Category Archives: Gezi

toplayıcılık ruhu

toplayıcılık ruhu

güneş, yağmurun ardından yavaş yavaş açılan bulutların arasından yüzünü gösterince işleri bir kenara bırakıp hadi yürüyüşe çıkalım diyoruz. yağmur tekrar başlayabilir düşüncesiyle şemsiyelerimizi bera nın arabasının koluna asıyoruz. bir süredir aklımda geçen sene parkta yürürken yol kenarında keşfettiğim böğürtlenler var. yola çıkınca bülent’e böğürtlenlerin zamanı geldi mi diye soruyorum; henüz degil, zannetmem diyor. bir an hayal kırıklığına uğruyorum… sonra toparlaniyorum… hem belki olmuşlardır…böğürtlenleri keşfettiğim noktaya varıncaya kadar yüzümü ılık ılık vuran rüzgarın dokunuşlarına yaslamaya karar veriyorum. üstüne toprağın muhteşem kokusu ve her bir yeşilin üzerinden süzülen minik damlaların mucizevi görüntüsü eklenince keyfim yerine geliyor…hep beraber yavaş yavaş yürüyoruz. on dakika sonra parkın girişindeyiz. bizi her zamanki gibi orchard park yazısı karsiliyor , yani “meyva bahçesi parkı” ya da “meyveli park”… ve yine her zamanki gibi tabelanın önünden gayri ihtiyari geçip parkın dar patikasına doğru ilerliyoruz. yolun kenarlarında minik minik yağmur göletleri oluşmuş… az ötede bir ağacın altında duraklıyoruz. üzeri henüz yeşil kabuklu cevizlerle dolu bir ağaç…yanında bir tane daha… şaşırıyorum… ben bu parkta elma ağacı ve böğürtlen olduğunu biliyordum ama ceviz ağacı olduğunu bilmiyordum…devasa büyüklükteki ağaçların üzerindeki cevizlerin çokluğunu görünce düşüncelerim böğürtlenlerden cevizlere dogru kayıveriyor. “cevizler ne zaman olur acaba?”… bir an duraksıyorum… bennu ceviz ağacının dalından bir tane ceviz kopartıyor. daha olmamış diyoruz ama kırıp içine bakmak istiyor. etrafta iri bir taş bulamayınca, cevizi arabanın sepetine koyup yolumuza devam ediyoruz… cevizlerin hemen karşısında yaban elmalar var, hem de “çok” lar, yan yana üç dört ağaç… tek bir ağaçtaki elmalarla bir aile bütün kışı geçirir diye düşünüyoruz…bizim bahçedeki elma ağacı da günün birinde bize bu kadar “çok” elma verir mi acaba? … biz tam, “henüz olmamış koparmayalım” demeden bennu coktan bir tanesini koparıp kocaman ısırıyor;  ve ısırmasıyla yüzünü ekşitmesi bir oluyor… gülümsüyoruz, fakat bu sefer “demedik mi?”  demiyoruz…

patikanın az biraz  ilerisinde  geçen sene böğürtlenleri keşfettiğim yeri farkedip o tarafa doğru hızla ilerlemeye başlıyorum… aaa, işte olmuşlar, kırmızılar morlardan daha çok ama yinede bir sürü “var” lar. gözlerim parlıyor, çoçuk gibi seviniyorum…dikenlerin canımı yakmasına izin vermeden bulabildiklerimi koparmaya başlıyorum…niye “olmuş” ların hepsi bu dikenlerin arasında gizli?…neyse ki gözümde büyüttüğüm kadar zor olmuyor, yavaş yavaş bulabildiklerimi toparlayıp bennu ve bera ikilisi  arasında paylaştırmaya başlıyorum; bera ya verdikçe bennu anne bana da, bana da diye sesleniyor…yavrum sen zaten kendin topluyorsun… “ama bu haksızlık” diyor… evet haksızlık… bu sitem üzerine elimden geldiği kadar adil paylaştırmaya çalışıyorum… uzun bir süre orada kalıyoruz… bir tek biz miyiz böğürtlen avına çıkan? bülent, elbette biz değiliz, bak kuşlar çoğunu yemiş zaten diyor… ahhh evet, kuşlar elbette… üst taraftaki böğürtlenleri onlar yemiş olmalı. bize de dikenlerin arasındakiler düşüyor…gülümsüyorum… çalıların altında kenarda tek başına kendi halinde duran yabani bir çileği ve az ileride bir vişne ağacının yolu kaplamış minik çekirdekleri ve saplarını görüyoruz… kafamızı kaldırıyoruz, dallarinda üç beş tane vişne kalmış…kuşlar doğaya hic zarar vermeden karınlarını doyurmuşlar, ihtiyaçları olanı alıp gerisini bırakmışlar. onlarda bu iç güdü var. bir zamanlar belki bizde toplayıcılık ruhuyla hareket edip sadece ihtiyacimiz olanı alıyorduk… hatta daha fazlasına sahip olmak da anlamsızdı…belki  hala anlamsız.

yürümeye devam ediyoruz…dalları patikanın üzerinden karşılıklı birleşerek neredeyse gökyüzünü kaplamış ağaçların gölgeleri arasında ilerlerken zihnim arınmaya başlıyor. artık sadece yapraklarin hışırtısı ve  kuş sesleri var… ve çoçukların böğürtlene bulanmış ağızları, bizim boyalı parmaklarımız…sonra yağmur… yine çiselemeye başlıyor… şemsiyeyi açmak istemiyorum… bennu açıyor… elinde dev şemsiyeyle güneş ışıkları ve yağmur damlaları arasında az once çamur oldugu için çıkardığı ayakkabılarını da elinden fırlatıp koşmaya başlıyor…önce bizden uzaklaşıyor, sonra koşarak geri geliyor…yol devam ettikçe sağda ve solda çalıların arasında yeni böğürtlenler keşfediyoruz, ne çoklarmış, daha önce niye görmemişiz?…her böğürtlen çalısı önünde durup biraz daha topluyoruz,  arada dikenler de batıyor… ellerimiz artık rengarenk.

dönüş yolunda parkın girişindeki tabela aklıma takılıyor, ” meyveli park”, yani “orchard park”… tekrar ediyorum… yine, yine, yine… nedense parkın ismini seneler sonra ilk defa içindeki meyvalarla ilişkilendiriyorum… sanki büyük bir keşif yapmış gibi heyecanlanıyorum, elbette diyorum “orchard park”… elbette.

bursa da yolculuk…

eskiden de severdim,  hala seviyorum… ulu cami ye doğru çıkan yollarda kaybolmayı…aslında bursa da bütün yollar ulu camiye çıkar, ya da bana mı öyle gelir bilmem…ve sonra kalabalıkların içinde kaybolmak…nefes aldığımı hissetmek…çok iyi gelir, büyük bir yaşam enerjisi dolar içime…ve sonra aylarca kabuğuma çekilebilirim…sonra yine iç daralmalarım başlar ve o anlarda bursa dan başka bir yer gözümün önüne gelmez, özlem hep o yönde birikir durur…

ve sonra gözlerimi kapatırım. minik pencerelerinden içindeki seslerini işittiğim, kokularını duyduğum evlerin olduğu dar sokaklardan yukari doğru yol almaya başlarım. sokaklar bazen o kadar daralır ki iki kişi yan yana zor geçer. sanki evler evlerin içinde. kadınlar hep kapı diplerinde oturur. evler tek katlı. çocuklar ise hep özgür… çocuklar hep neşeli… çocuklar hep merakli. bu minyatürvari dünyanin içinde ilerlerken arada belki de ninemin ninesi zamanından kalma evler gözüme çarpar, yıkıldı yıkılacak gibi durur ama içinden ya televizyon sesi duyulur, ya da tülleri pencerenin dışına doğru hafif hafif salınır. insan ister istemez yıkıntıların arasından gelen bu yaşam ışığına şaşırır. şaşkınlığımın etkisiyle sanki adımlarım daha bir yavaşlar. her seferinde yavaşlar.

sonra köşe başlarında hep bir çeşme çıkar karşıma, altın renginde bir musluğu vardır ve su hep akar… su hep ama hep akar. yol kıvrıla kıvrıla az yokuşlarla yukarı doğru devam eder, çeşmeler de peşi sıra…

ve köşe başında minik bir cami bekler beni, kısa minareli, hep kırmızı taşlı, bahçesinde irili ufaklı her şekilden eski mezar taşları… kimler uyur, kimler nöbet tutar, kimler dua eder? onlar varsa yolculuk devam ediyordur… yollar yokuş  yukarı devam eder…

ve sonra çarşının sesleri duyulur. sağda yorgancılar, solda meşrufatçılar, az ileride çantacılar, köşeyi döndük mü babamın terzisi. tayakadın fırınından cevizli lokumun kokuları gelmeye başladı bile. pazarın sesleri de uğuldar gibi yükselmeye başlar. ben hiç gocunmam… türkü misali, severim kalabalıkların uğultusunu, bana yaşadığımı hisettirir. ve o anda bedenim sanki zihnimden ayrılır…ayaklarım kalabalığın içinde bütünün bir parçası gibi hareket etmeye başlar, herkes nereye onlar oraya…

bursa da pazardan sonra herkesin yolu aynı yere çıkar.  zihin susar, ayaklar konuşur…ve onlar nereye gideceğini bilir.

o seni bekler, avlusuyla kucaklayana kadar bekler.

ve benim yüreğimde bu yolculuk hiç bitmez.

gözlerimi kaparım ve yokuş yukarı çıkmaya başlarım… yavaş, yavaş.

P.S. bu yazının fotoğrafları eksiktir, yoktur. bursanın yüreğine hançer vurulmuş, fotoğrafları artık içimde gizli.

HOŞGELDİNİZ

Toprak ve doğayla bütünleşmek, evde üretmek, çocuklarımızla okulsuzluğu öğrenmek ve yavaşlamak için çabalayan altı kişilik bir aileyiz. Ziyaret ettiğiniz için teşekkürler.