Category Archives: Yavas Yasam

keşifler…

yıllar önce, hatta tam olarak 17 sene önce, yüksek lisans yapmak için elimde iki bavulla dünyanın bir diğer ucuna gelmiştim. yeni dünyadaki ilk senem benim için türlü zorluklarla doluydu. alıştığım hayattan ve ailemden binlerce km ötede sıfırdan hayat kurma cabalarım bir yana, yaşadığım kültür şokunun etkisinden uzunca bir süre kurtulamamıştım. ülkeye gelişimin ikinci haftasında, derslerimin de başlamasıyla, ingilizcemin, özellikle konuşma dilimin ne kadar yetersiz olduğunu farketmiş ve hayat benim için daha da zor hale gelmişti. elimde defterlerimle ardı ardına derslere giriyor, profesörleri anlamak için pür dikkat kesiliyor fakat yine de eksik kalıyordum. aksanlar ve hız karşısında o kadar kafam dönmüştü ki, ilk günlerimde bu ülkedeki insanların ingilizce konuşmadığına yemin dahi edebilirdim. neyse ki bu ilk şoku zamanla aşmaya başladım. kulağım konuşma diline aşina oldukça derslerde not almak kolaylaştı, kendimi daha iyi ifade etmeye başladım. fakat zorluklar bunlarla bitmiyordu, verilen ödevlerin ve okumaların haddi hesabı yoktu. her ders sonunda elimize tutuşturulan onlarca makaleye bakıp bunları bir insanoğlu 1-2 günde nasıl okuyup bitirebilir ki diye kara kara düşünüyordum. okumalar, proje ve grup toplantıları, sayfalar uzunluğundaki raporlar üst üste geliyordu. derslerin içine girdikçe daha da boğuluyordum.

yüksek lisansımı bitirince hemen doktora eğitimine geçiş yaptım. yaptım yapmasına da omuzlarımdaki yük ve baskı da giderek artmıştı. üstelik kendime iş bulmuş ve önemli bir projede araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlamıştım. kendimi sıklıkla dağ yığını gibi çoğalmış işlerin ortasında buluyordum. uykusuz geceler boyunca ödevlerle cebelleşip, doktora eğitimimde ilk iki senemi bitirdikten sonra zihnim iflas bayrağını çekmişti. ama iflas bayrağını çeken sadece zihnim değildi.

bir sabah uykumdan tuhaf bir duyguyla uyandım. sağ ve sol kolumun üzerine bir ağırlık konmuş gibi bir his vardı, ikisini de kaldıramıyordum. kollarımı her hareket ettirme teşebbüsümde de dayanılmaz bir acı duyuyordum. halbuki bir gece öncesinde nihayet derslerim bitti sevinciyle mutlu mesut uyuyakalmıştım. peki dün geceden bu sabaha ne değişmişti? bu şiddetli ağrılar da neyin nesiydi? hatta o kadar acı çekiyordum ki, bilgisayarın tuşlarına basmak için dahi kollarımı kaldıramıyordum. yaşadığım şokun ilk etkisi geçer geçmez soluğu doktorun ofisinde aldım. yapılan onlarca testlerin sonuçlarının hepsi normal çıkıyordu, lyme dan ms e kadar her hastalık değerlendirilmiş ama kollarımdaki uyuşma ve ağrının sebebi bulunamamıştı. zaman zaman ağrı hafifliyor ama mutlaka çok şiddetli bir şekilde geri dönüyordu. bütün testlerden ve haftalar süren tetkiklerden sonra bir gün doktorun ağzından şu kelimeler döküldü: hastalığının ismi “ fibromayalja”….ve elime çoğunluğu depresyon ilaçlarından oluşan bir reçete tutuşturdu.

o gün nihayet bir tanı kondu sevinciyle eve koşup hastalığımı araştırmaya başladım. önüme dökülenler ise hiç iç açıcı değildi, hatta yaşadığım hayal kırıklığını tarif dahi edemem. fibromayalja, teşhisi konamayan sebebsiz ağrılara verilen bir rahatsızlığın ismiydi. şaşkınlıkla bir ekrana bir de elimdeki ilaçlara bakıyordum. yani her şey benim kafamda mıydı? bu ağrıları anti depresanlar mı çözecekti? fazla bir seçeneğim yoktu; dişimi sıkarak bu ağrılarla yaşamayı öğrenecektim. bazı günler arabanın direksiyonunu tutamayacak veya verilen ödevleri bitiremeyecek kadar ağırlaşıyordu ağrılarım. bir taraftan da umutsuzca araştırmaya devam ediyordum.

bu teşhisin üzerinden neredeyse iki sene geçmişti ki bir gün ağrılarıma anahtar olacak bir kitap düştü önüme, kitabın ismi “adrenal yorgunluğu” ydu. kitabi okur okumaz zihnimde ardı ardına şimşekler çakmaya başladı. kitap sanki beni ve bütün semptomlarımı anlatıyordu; sabahları yataktan kalkmam neredeyse imkansızdı, kronik bir yorgunlukla yaşıyordum ve bütün bunlara eşlik eden sebebsiz ağrılarım vardı. adrenal yorgunluğu bir “stres” hastalığıydı . böbreklerin üzerinde yer alan, minik fasulye büyüklüğündeki adrenal bezleri vücudumuzun stres regulasyonunu sağlayan en önemli merkezdi hatta o kadar önemliydi ki bütün fizyolojimizi ve duygularımızı etkileyen hormonların üretim merkeziydi. fiziksel, psikolojik ve duygusal streslerimiz sürekli tekrar ettikçe adrenallerimizin ürettiği hormonların hassas dengesi de bozuluyordu. uykusuzluk, geceler boyunca yazılan makaleler, hızlı ve kötü beslenme, kafein tüketimi, mükemmeliyetçilik; ve bütün bunlara ilaveten yeni bir ülkede tek başıma ayaklarımın üzerinde durma çabalarım karşısında vücudum artık dayanamaz hale gelmişti. sürekli grip nezleye yakalanmam ve haftada en az iki defa başa çıkamadığım migren ağrılarım ise cabasıydı. hayatımda belki de ilk defa vücudumu hor kullanmamın çok ciddi sonuçları olabileceği gerçeğiyle baş başa kalmıştım. hemen dört elle sarıldım kitapta anlatılanlara.

ilk önce kronik strese sebep olan etkenlerle yüzleşmem gerekiyordu. benim için stresin kaynağı aralıksız ve yoğun bir şekilde, tam 23 sene süren okul ve iş hayatımdı. dur durak bilmeden, çoğu zamanda nereye gittiğimi farketmeden hızlı adımlarla koşup durmuştum. zaman zaman, zihnimde oluşan “neden bu kadar çok çalışmak ve hep başarılı olmak zorundayım” sorularıyla uyanan şüphelerimin hepsini bastırma konusunda da uzmanlaşmıştım. etrafımda her işime karışan, kendi fikrini empoze etmeye çalışan pek kimse yoktu. yine de, ne olursa olsun, kariyer hedefini, hele ki yılların emeğiyle gelinen noktayı, elinin tersiyle itmek en büyük tabulardan biriydi. bununla birlikte, stresin ve iş yoğunluğumun en tavan yaptığı dönemlerde bile kendime en büyük kötülüğü eden yine kendimdim; çünkü kendime iyi davranmayı, kendimi sevmeyi, vücudumu korumayı hiç öğrenmemiştim. en sonunda , hastalık yüzüme tokat gibi çarptığında, bu kronik stresi yaratan etkenleri hayatımdan çıkarabilmek için, alıştığım düzenden 180 derecelik bir dönüş yapmam gerektiğini de anlamıştım. bu, bildiğim her şeyi terkedip yeni bir yol çizmek gibiydi. açıkcası, alıştığım hayatı terkedersem ortada, başıboş kalmaktan korkuyordum; yani hedefsiz ve amaçsız. “sonra” ne olacağını bilmeme endişeleri, bütün benliğimi sarıyordu.

bu uzun ve sancılı kendimi keşfediş yolculuğumda, zihnimi en çok meşgul eden kelimelerden bir tanesi “ başarı” oldu. niye bilmiyorum ama bu kelimeyle ciddi bir hesaplaşma dönemi geçirdim. hatta kendimi bu kelimeye yüklediğim anlamlar yüzünden bayağı bir eleştirdim. maalesef bütün enerjimi yıllar boyunca başarma kelimesi üzerine kanalize etmiştim. fakat başarmak kelimesinin alt anlamında “başkalarına kendimi ispat” etme hali vardı. daha sonraları, bunun tam karşısına koyabileceğim başka bir kelime daha olduğunu farkettim. masum, iyilik yayan, çıkar gözetmeyen bir kelime; o da “ üretmekti”.. eğer mutlu olmak istiyorsam üretmem gerekiyordu, başarının peşinden koşmam değil. başarmak bir sonuçtu, üretmek ise bir süreç. ben sürecten keyif almadan basarıya odaklı geçiçi bir mutluluk hedefi koymuştum kendime ve beni mutlu eden, yapmaktan keyif aldığım her ne ise hayatta, bunları keşfedememiştim. bunu kendime itiraf ettiğimde, omuzlarımda taşıdığım anlamsız yükten kurtulmak için de sağlam bir adım atmış oldum.

adrenal yorgunluğu kitabını okumaya başlar başlamaz ilk farkına vardığım, uykusuzluğumun kronik hale gelmiş olmasıydı. yıllar boyunca saatim çoğunlukla sabah 4 e kurulu uyumustum. erken yatmayı öğrenmiş olsaydım bu belki problem olmayacaktı, fakat soluk alabildiğim kısa tatil dönemlerinde bile uykuya dalmam gece 12-1 i buluyordu. çoğu zaman da, bitirilecek işleri yetiştirememe endişesiyle yatağımda bir sağa bir sola dönüyordum. almila nın doğumuyla birlikte gece uykularımda sık sık bölünür olmuştu. gün içerisinde sürekli esniyor, farkına varmadan koltukta, veya bilgisayar karşısında uyuyakalıyordum. fakat akşam 7 den sonra sanki üzerime sihirli bir değnek dokunuyordu ve bütün gün kedi gibi kafasını dayayacak yer bulma çabasında olan ben, birden bire garip bir enerjiyle doluyor, ve bu enerjiyle de çoğu zaman gece 1 e kadar ayakta durabiliyordum. halbuki kitaba göre bütün bunlar, kronik uykusuzluğun belirtileriydi. vücudum, biyolojik ritmini tamamen unutmuştu. havanın kararmasıyla kendimi bilgisayarın başına zamkladığım için, vücudumun melotonin salgılaması da sürekli gecikiyordu. çoğu zaman da, sabah saatleri hariç, derin uykuya geçmekte zorlanıyordum. halbuki vücudumun, çölde günlerce susuz kalmış bir insan misali, uykuya ihtiyacı vardı. deliksiz, aralıksız uykuya.

kendimi iyileştirmeyi kafama koyduğum o dönemlerde oldukça erken yatmaya başladım, hatta çoğu zaman almila ile birlikte yatağa giriyordum. hemen uykuya dalmam mümkün olmasa da, sebat ettikçe güzel sonuçlar almaya başladım. sabah olunca, kendiliğinden uyanana kadar da uyumaya devam ediyordum, 9-10-11 e kadar. ilk günler bu geç uyanmaların hiç bitmeyeceğini düşündüm. sabahları almila ile birlikte uyanamamak, istesem bile gözlerimi açamayacak kadar duyduğum yorgunluklar pişmanlık yaratsa da, bunu yapmak zorunda olduğumu biliyordum. bu dönemde bülent in çok ciddi bir desteği olmuştu. iyileşmem için evin bir çok sorumluluğunu o üstüne almıştı. her sabah almila yla ilgileniyor ve oyun oynamak için birlikte parka gidiyorlardı. ben de uykumu geciktirmemek için her türlü kafein tüketimini bırakmıştım.

uykumun düzene girmesinde ve yataktan kendimi kazıyarak uyandırma halinden kurtulmamda yine o dönemlerde keşfettiğim d vitaminin inanılmaz etkisi oldu. sağlığımız için güneşe nasıl da muhtaç olduğumuzu, bennu nun ilk yaşı sırasında geçirdiği kulak iltihabını çözmeye çalışırken öğrenmiştim. seneler boyunca okul, ev, iş arasında sürekli mekik dokurken güneşle hiç bir temas kurmadığımın farkına dahi varmamıştım. üstelik kuzeyde yaşadığımız için, neredeyse altı ay süren kış mevsimi dolayısıyla güneşten hep uzaktık. sık sık gribe ve nezleye yakalanmam da cabasıydı. bu konuyla ilgili okumalar yapınca, d vitamini eksikliği, bende de olabilir şüphesiyle soluğu doktorun ofisinde aldım. yanılmamıştım. yapılan testlerde d vitamini seviyemin yerlerde süründüğünü görmüştük. doktorum hemen terapi dozunda d vitamini kullanmam yönünde tavsiye verdi. ve akabinde, hem erken uyuma çabalarım, hem de d vitaminin desteğiyle uzun yıllardan beri ilk defa yataktan çok daha pozitif bir enerjiyle kalkmaya başladım. yine de, yıllardır biriken uykumun toparlanması aylar sürdü diyebilirim. bedenimin, zihnim ve kalbim kadar benim iyiliğime ve hassasiyetime ilgisi vardı. halbuki uzun yıllar boyunca bir çok sınavı başarıyla geçmeme rağmen, ruhuma, zihnime ve bedenime “dengeli” şifa verme konusunda sınıfta kalmıştım.

uykumu iyi alamamamdaki en büyük sebeplerden biri de vücudumun elektrik yükünü atamayan sentetik yüklü yataklardı. üstelik amerika da bütün koltuk ve döşeklere yangına karşı önlem amacıyla bir takım kimyasal uygulamalar yapılıyordu. hatırlıyorum da yıllar önce annanemin en sert yün döşeklerinde, mis gibi toprak kokan evinde sadece bir gece uyuyarak bir yıllık uyku almışım gibi zinde ve sağlıklı uyanırdım. öğrencilik yıllarımdaki yatağımdan ise, uykuya başlamadan önceki halimden daha da yorgun uyanıyordum. bu konudaki okumalarım neticesinde sağlıklı bir uykunun temiz bir yataktan geçtiğine ikna oldum. uyuduğumuz yastıktan, yorgana ve battaniyeye kadar evimizdeki her şey sentetikti. zaman içinde,  yirmi dört saatimizin neredeyse üçte birini üzerinde uyuyarak geçirdiğimiz eşyaları da yavaş yavaş değiştirdik. temiz hava ve güneş, ve biyolojik ritmime saygı gösteren temiz uyku alışkanlıkları, bu süreçte iyileşmeme yardım eden en önemli basamaklar olmuştu.

bu arada adrenal yorgunluğum için fizik terapi seanslarına da başladım. bigisayar karşısında uzun saatler oturmaktan ve uzun süreli uykusuzluktan dolayı boynumda ve omuzlarımda oluşan gerginlikler aynı zamanda migren ataklarımın da kaynağıydı. terapistimle çalışmaya başladıktan sonra bana boynumu ve omuzlarımı gevşetmek için, üzerindeki baskının salınımına yardım edecek hareketleri öğretmeye başladı. her ne kadar kadar fizik terapi aldığım sırada ilerleme kaydettiysemde, bıraktıktan bir müddet sonra ağrılarım geri geliyordu. çünkü bilgisayar karşısında uzun süreli oturmak zorundaydım ve hareket etmeyi alışkanlık haline getirmekte zorlanıyordum. sürekli bana eşlik eden boyun gerginliğimin tamamen iyileşmesi, doktora eğitimimi bırakmaya karar verinceye kadar devam etti. çocuklarla evde eğitime başladıktan sonra da bilgisayarımı hayatımın merkezinden tamamen çıkardım. hatta haftalar boyunca açmadığım zamanlar oldu. elbette yerini ipad ve iphone gibi minik cihazlar alsa da, bilgisayar ekranına uzun süre bakarak ve oturarak çalışmanın getirdiği fiziki problemler tekrar geri gelmedi.

amerika daki ilk senemde, ev ve okul arasındaki mesafe çok uzak olmadığı için genelde yürümeyi tercih ediyordum. daha öncesinde de, hem lise hem de üniversite yıllarımda her gün uzun mesafeleri yürüme alışkanlığım vardı. yüksek lisansımın ikinci senesinde ise kampuse oldukça uzak başka bir siteye taşındım. böylelikle, amerika ya adım atar atmaz herkese verilen ilk tavsiye olan araba edinmeyi de sadece bir sene geciktirebildim. zaten her seferinde haftalık alışverişlerim için başka bir arkadaşımı aramaktan çekinir olmuş veya en yakın 3-4 km mesafedeki marketten özellikle kış aylarında elimde market torbalarıyla eve dönmekten de iyice yorulmuştum. fakat arabanın hayatıma girmesiyle fiziksel egzersizlerimin de hemen hepsi yok olmuş, bütün hayatım boyunca yaptığım uzun mesafe yürüyüşleri de son bulmuştu. halbuki bu yürüyüşler hem kafamı dağıtmama hem de bedenimi zinde tutmama yardım ediyordu. doktora eğitimime başladıktan sonra da değişen bir durum olmadı. oldukça hareketsiz bir yaşam ve kötü beslenme yüzünden giderek kilo almaya başladım. özellikle akşam saatlerinde çalışırken sürekli atıştırıyordum. ve açıkcası bütün bunu sorgulayabilecek bir farkındalığım yoktu. yıllar sonra bedenime yaptığım kötülüğü bir nebze olsa gidermek ve çocuklarımızın doğayla yakın ilişki kurmalarını sağlayabilmek amacıyla ailece doğa yürüyüşleri yapmaya başladık. özellikle hafta sonları, belli rotaları takip ederek ormanın derinlerinde kaybolmak hem vücudumu iyileştiriyor hem de zihnimi açıyordu. bir taşın üzerine oturup sessizliğin sesinde kaybolma duygusunu çok sevmiştim. bu yürüyüşlerin ruhsal sağlığım üzerindeki pozitif etkilerini gördükçe daha sıklıkla yapar olduk ve zamanla iyileşmemin de önemli bir parçası haline geldi.

farkındalık bir çorap söküğü gibiydi. bir ucundan çekiştirdin mi elinde derli toplu bir yumak kalana kadar sökülmeye devam ediyordu. durum bu olunca, ister istemez bedenimi nasıl beslediğim konusu da gündemime girmişti. bu konuda çok uzun yazmamın pek bir ehemmiyeti olmayacak çünkü sağlıklı bir beslenme için ihtiyacımız olan türlü bilgiye artık farklı kanallardan ulaşabiliyoruz. sekiz veya dokuz sene önce, bu konular popüler olmadan önceki dönemlerde, maalesef çok yalnız kalmıştım. kimsenin ne yiyip içtiğine karışmamakla beraber, etrafımdaki insanların benim hassasiyetlerime aldırış etmeden sürekli dalga geçmesi, aman sende, deli misin hayat böyle geçer mi söylemlerinin içinde sıkışıp kalmam beni oldukça yormuştu. ama sebat etmek ve kararlılık, öğrenmeyi de beraberinde getiriyordu. ben iyileşmek istiyordum, ve şifa bulmak…bu konuda kararlılık gösterdikçe, seçimlerimin bedenim üzerindeki etkisini farkettikçe, yolumdan ayrılmadım. çünkü emek vermeden kendim için doğru olanı bulmam mümkün değildi. uzun süren deneme, yanılma ve farklı diyetlerle hayatıma bir denge getirmeyi başardım. bu emeği verdikçe, girdiğim her ortamda dikkat çekmeden, başka insanlara seçimleri sebebiyle rahatsızlık hissi oluşturmadan, ve kendi doğrumu dikte etmeden, sadece kendim ve ailem için sağlıklı seçimler yapabilmeyi de öğrendim. az ve temiz noktasına evrildiğim en son aşamada “bedenime hizmet eden gıdayı” evimize getirmeyi öğrenmiş olduğum için bu konunun yarattığı stresi de en aza indirgediğimize inanıyorum.

adrenal yorgunluğu olan insanlarda sıklıkla görülen mükemmeliyetçilik, benim de en büyük stres kaynaklarımdan biriydi. bu özelliğin ailede benzer bir karaktere sahip biri tarafından görerek öğrenildiğini düşündüm hep. bizim ailemizde babamdı bu figür. yaptığı işin her zaman en iyisini yapmak isteyen babamla büyümenin sayısız avantajı vardı elbette ama benim durumumda bazı dezavantajları da oldu. özellikle üzerinde vakit harcadığım işleri mükemmel yapamama korkusu ve endişesi bir müddet sonra stres kaynağına dönüşüyordu. ya iyi olmazsa diyerek ertelemeye başladığım işler kabus gibi uyandırıyordu gecenin bir vaktinde. bunu farkettiğimde, kendimi değiştirmemin de çok güç olduğunu anlamıştım. yine de,biraz umutsuzlukla karışık, küçük adımlar atmaya başladım. özellikle el işinin bu problemin çözümünde pek çok faydasını gördüm ( dikiş, örgü, vs gibi). insan elinin dokunduğu her işte, ufak tefekte olsa hatalar olabiliyordu. eğri büğrü diktiğim bebekler, etekleri önden veya yandan sarkan elbiseler, yaptığım hatayı düzeltmek için bütününü sökmek zorunda kalacağım ( ve sökmediğim) örgülerim… bunların hepsi benim için bir terapi gibiydi. bununla birlikte, her işi tek seferde mükemmel yapmaya çalışmanın o işin tabiatına da ters olduğunu farkettim. hiç birimiz  bir işi çok iyi bilerek veya mükemmel bir donanımla dünyaya gelmiyorduk. özellikle üretmeyi sevdiğim işlerde kararlılık ve sabır gösterince, yavaşta olsa hep bir ilerleme kaydettiğimi gördüm. bu konuda çocuklarımdan da çok şey öğrendim. onlar bana hatalarımı önümde bir engel olarak değil de, bir öğrenme fırsatı olarak görmeyi öğrettiler. halbuki, hata yapmak bütün okul hayatım boyunca bana başarısızlık hissi vermişti. hatalarım, her seferinde idealimdeki mükemmele ulaşmama bir engel olarak çıkmıştı karşıma. ne zaman hatalarımdan öğrenmeye başladım, ben de rahatladım. ve hastalığımı yenmemde bir adım daha atmış oldum.

stresimi besleyen bir başka durum da beynimin içinde yarattığım ve kendimi merkezine koyduğum ve algılarımla oluşturduğum iç dünyamdı. “alınganlık” gibi bir türlü aşamadığım, ciddi bir problem beni hem sürekli strese sokuyor hem de beynimin içinde sinsi bir şekilde gezinerek beni duygusal olarak güçsüzleştriyordu. duygusal olarak güçsüzleştikçe bağışıklık sistemim de zayıflıyor ve hastalıkla mücadelede hep kaybeden taraf oluyordum. bir gün elime düşen bir kitapta aynen şöyle diyordu. “eğer mutlu olmak istiyorsan hiç bir şeyi üzerine alınmayacaksın”. ya da “hiç bir şeyi kişisel algılamayacaksın”…. bu bölümü derinlemesine okuyunca kendi problemlerimin sebeplerini de net bir şekilde görmeye başladım. yaşadığım çoğu sıkıntının kaynağı kendi hayal dünyamdı ve bunu anlamak büyük bir adımdı benim için. açıkcası herkes kendine ait bir rüyanın içinde yaşıyordu, ve herkes kendi rüyasının baş kahramanıydı. o rüyanın içindeki bütün kurgular da bize aitti. zamanla, alınganlık gösterdiğim konular oldukça, bunları deşmeye başladım. kendi kurguladığım sebepler dışında olabilecek bütün ihtimalleri listeledim. anladım ki her senaryoda, benim alınganlık sebeplerimin dışında, karşımdaki kişiye ait olabilecek onlarca olasılık vardı. böyle durumlarda yapmam gereken tek şey, kendimi o kişinin hayatının merkezinden çıkarmaktı. bunu yapınca geriye ne alınganlık ne de o kişiye karşı hissettiğim negatif duygular kalıyordu. o zaman niye bu alınganlıkları yaratıp, kafamın içinde bu hikayeleri bir sarmaşık gibi sardırıp kendime eziyet ediyordum? zamanla kendime yaptığım bu içsel telkinler ben de bir alışkanlık haline gelmeye başladı. sevdiklerimle aramda oluşan engelleri aşmama, kafamın içindeki kendi kurgularımı anlamama yardımcı oldu.

bir taraftan, her davranışı veya sözü kişisel olarak almamayı öğrenirken, diğer taraftan da , bana negatif enerji veren insanlarla arama bir mesafe koydum. özellikle başkalarının özel hayatını gelip bana anlatan, bundan zevk alan veya çekiştiren insanlarla yola devam edemeyeceğimi farkettim. çünkü negatif enerji , eğer ki sınırları içine kendi rızamla giriyorsam, beni de hasta ediyordu. bu da belki de aldığım en radikal ve zor kararlardan biri olmuştu.

adrenal yorgunluğundan ve dolayısıyla ağrılarımdan kurtulmam ve bugünkü noktaya ulaşmam uzun bir süre aldı. yukarıda bahsi geçen konuların hepsi üzerinde farklı zamanlarda çalıştım. elbette sıfır stressiz bir hayata kavuşmadım ama geçen yıllar boyunca, stresle başedebilecek güçlü bir donanım kazandım. artık stresi yaratan kaynakları yakından tanıyıp, sağlığımı etkileyebilecek noktaya ulaşmadan, üzerinde çalışarak bana olan etkilerini minumuma indirgeyebiliyorum. ve biliyorum ki hastalık hepimiz için bir sonuç değil bir başlangıç olabilir ancak; eğer hastalığın bizim elimizden tutup daha iyi olmamız için ( zihnen, ruhen ve bedenen) bahşedildiğinin farkına varabilirsek.

( geçmişte, bu yazımın devamı veya tamamlayıcısı niteliğinde olan diğer yazılar da paylaşmıştım; bunlara aşağıdaki başlıklara tıklayarak ulaşabilirsiniz.)

kablumbağanın öyküsü
okulsuzluk yolculuğum 1. kısım

yaz… nihayet.

yaz… nihayet.

portfolyo işi nihayet tamamlandı. mektupları, belgeleri teslim ettik. yeni öğretim yılında evde eğitime devam etmek için başvurularımızı da yaptık. artık derin bir nefes alma vakti geldi. okulsuzlukla ilgili yazı dizisi icin 5-6 bölüm hazırladım, önümüzdeki hafta yayınlamaya başlayacağım. bu konuda yazmak ile ilgili tereddütlerim hala devam  ediyor olmasına rağmen (bunun sebeplerini ayrıntılı olarak yazı dizisinin başında açıklayacağım) yazabilmek bana iyi geldi. okulsuzluk nedir, ne değildir sorularına cevap vermek yerine sadece kendi deneyimlerimizi kaleme alınca yazılar bir hikaye formuna giriverdi, ben de sevmeye başladım bu süreci.

geçtiğimiz iki haftada neler oldu, hatırladıklarımı özetlemeye çalışayım. önce bir hafta sonu ailece çilek toplamaya gittik. çilek mevsimi burada geç başlıyor, genelde haziran ayının ortasını buluyor. yeni keşfettiğimiz çiftliğin ilaçsız çilek yetiştirdiğini ve “kendin topla” seçeneği verdiğini öğrenince, ilk fırsatta ziyaret edelim dedik. biz sepetlerimizi de götürdüğümüz için çiftliğin girişinde önce sepetlerimizi tartıp sonra bizi çilek toplayacağımız tarlaya yönlendirdiler.  çayırların arasında yürüdükten sonra çilek tarlasına vardık. çocuklar minik sepetlerini ellerine alip en kızarmış çilekleri seçme yarışına girdiler. beş kişi yarım saatte neredeyse 10 kilo çilek topladık. bu tarz çiftlikleri ziyaret etmeyi, toprakla buluşmanın yanı sıra, çiftlikte işlerin nasıl yürüdüğüyle ilgili gözlem yapmamızı sağladığı için de faydalı buluyoruz. elbette en güzeli çeşit çeşit  meyve ağaçlarının olduğu köy bahçelerinde,  ağaç tepelerine çıkıp en lezzetli olanları seçerek oracıkta yemek. ama çocuklar için bu da güzel bir alternatif oluyor.

bu sene bizim bahçemizde de meyve veren ağaçlarımızın sayısı ikiye yükseldi. bir elma, bir de şeftali ağacımız var, bir de henüz meyve vermeyenler… şeftali ağacımız, onu ilk diktiğimiz üç sene önce, dondurucu soğuklarla geçen ağır bir kış mevsiminden sonra kurumaya yüz tutmuştu. bir sonraki sene ise alt dallarından filizler vermiş, ama yaz sonunda da dalları sağa sola uzanmasına rağmen çiçek açmadığı için meyve vermeyeceğine kanaat getirmiştik. bu sene başında şeftali ağacımız bize bir sürpriz yaptı. ilk çiçeklerini ve meyvelerini vermeye başladı. hatta abartmıyorum üzerinde 70-80 adet minik şeftali var (çocuklar saymışlar ). ilk gördüğümde kavramakta bayağı bir zorlandım, gözlerimi ovuşturdum, bu gerçek olamaz derken farkettim ki bütün yüzümü tebessüm sarmış. herhalde uzun süredir böyle mutlu olmamıştım.

geçtiğimiz hafta sonu yaz başından bu yana planladığımız başka bir projeyi de hayata geçirme fırsatı bulduk. bahçeye çocukların oynaması icin çamur mutfağı ( mud kitchen) yaptık. geçen sene derme çatma bir mutfağımız vardı ama pek kullanışlı değildi. pinterest ten bir süredir değişik fikirler topluyordum. bülent böyle konularda biraz daha pratik düşündüğü için, uzun süredir sağdan soldan bulduğu ve bahçenin arkasına yığdığımız paletlerden bir mutfak yapsak nasıl olur dedi? olmaz mı, elbette deyince kolları sıvadık. 3-4 saatin sonunda içinde rafları da olan bir mutfak çıkıverdi ortaya.  raflara benim ara sıra sağdan soldan ikinci el topladığım çanak çömlekleri, ve küçük bir su semazenini de yerleştirince oldukça işlevsel bir mutfağımız oldu. bir kaç gün önce de iki saksıya tırnak çiçeği ekip etrafı süsledim. hafta sonu da çocuklar mutfak ocaksız olmaz diyerek tuğlalardan minik bir fırın yaptılar, sonra odun toplayıp ateş yaktık. çocuklar da ateşin üzerinde geçen hafta ilk defa yumurtlamaya başlayan tavuklarımızın minik yumurtalarını kaynattılar.

haziranın ortasından sonra, devlet okullarının da kapanmasıyla yaz kampları da basladi. biz genelde kamplar konusunda oldukça seçiçi davranıyoruz, aslında bir çok kamp ve organize aktiviteden uzak duruyoruz. çocuklar bütün gün evin dışında olmayı tercih etmiyorlar; yaz kampı olarak sadece yüzme takımına devam etmek istiyorlar. evimizin yakınlarındaki açık yüzme havuzunda her yaz gönüllü aileler tarafından yürütülen bir yüzme takımı kuruluyor. havuzu bir uçtan diğer uca yüzebilen bütün çocuklar çok küçük bir meblağ ödeyerek katılabiliyorlar ve iki ay boyunca her gün havuzda yüzme fırsatı yakalamış oluyorlar. haftada bir defa da komşu havuzlarla yüzme yarışları yapılıyor. burada aileler spor aktivitilerinde oldukça etkin oldukları için (gönüllülük esas) yarışlar da tam bir şenlik havasında geçiyor. bizim kızlar için en güzel yanı havuza bisikletle tek başlarına gidip gelebilmeleri. sabah 7.30 dan 11.30 a kadar havuzda kalıyorlar. orada yeni arkadaşlıklar edinip oyunlar oynuyorlar. biz de arada onları ziyarete gidip izliyoruz. bu onlara hem bağımsızlık kazandırıyor, hem de sosyal ilişkilerini güçlendiriyor. üstelik anne babanın gözetiminde olmadan kendi işlerini yürütebilme becerisi kazanıyorlar. bütün bunlara rağmen organize aktivitelerin okulsuz çocuklar için hayati bir önemi olduğunu düşünmüyorum;  bu konudaki düşüncelerimi de yazı dizisinde ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalışacağım.

şimdilik burada ara vereyim. önümüzdeki hafta okulsuzluk yazılarıyla yine burada olacağım.

HOŞGELDİNİZ

Toprak ve doğayla bütünleşmek, evde üretmek, çocuklarımızla okulsuzluğu öğrenmek ve yavaşlamak için çabalayan altı kişilik bir aileyiz. Ziyaret ettiğiniz için teşekkürler.