okulsuzluk- 8. bölüm : okulsuz ilk iki yıl…

evde eğitim kararımızın hemen sonrasında, ilk iş olarak bulunduğumuz eyaletteki yasal şartları araştırmaya başladık. yaşadığımız eyaletin kanunlarına göre “zorunlu ev eğitimi” 8 yaşında başlıyordu. 8 yaşından önce ev eğitimi yapıyor olsak bile , eğer çocuğumuz öncesinde herhangi bir devlet okuluna devam etmediyse (anasınıfı, birinci veya ikinci sınıf), okul çağına geldiğini yasal mercilere bildirmemize gerek yoktu. bunu öğrenmek inanılmaz bir rahatlık vermişti. her ne kadar okul konusunu bir sene sonra tekrar değerlendirmeye alacağımıza inanarak bu yola çıkmış olsak da, kanunların, çocuklarımız 8 yasına gelene kadar bize özgürlük vermesini açıkçası beklemiyorduk.

almila nın bütün arkadaşları, 6 yaşında birinci sınıfa başlamışlardı. devlet okullarında çocuklar bu yaştan itibaren yoğun bir okuma programına tabi tutuluyordu. elbette almila okula devam etmediği için bu programların dışında kalmak zorundaydı. bizim ingilizcemiz ileri seviyede olmasına rağmen;  yazılış ve okunuşu tamamen farklı, çok sesli bir dili nasıl öğretebileceğimiz konusunda hiç bir fikrimiz yoktu. üstelik, ben ve bülent, evde sadece Türkçe konuşmakta kararlıydık; çocuklarımızın ana dillerini öğrenmeleri ve bu dili akıcı bir şekilde konuşabilmeleri bizim için öncelikliydi.

ilk aylarda acaba doğru yolda mıyız, ya çocuğumuz geri kalırsa endişelerini çok ciddi bir şekilde hissettik, özellikle de okumaya başlama konusunda. verdiğimiz kararın doğru olduğuna inanıyorduk, ama çocuklarımızın elinden eğitim hayatlarıyla ilgili fırsatları da çalmak istemiyorduk.

zaman içerisinde gelecek için planlar yapmanın, hem çocuklarımız hem de kendimiz için beyhude bir çırpınış olduğunu anlayacaktık.  ama bunu anlayabilmemiz için henüz erkendi.

waldorf okullarında okumaya “geç başlamanın” teşvik edildiğini biliyordum. bu nedenle, ilk yılların belirsizlikleri içinde referans kaynağım yine waldorf pedagojisi olmuştu. ve bu konuda araştırmalarıma devam ettikçe, okumaya geç başlamanın,  çocuğun bütünsel gelişimini desteklemesi açısından, bir çok faydası olabileceğini de farketmeye başladım. bunun bir kaç sebebi vardı:

öncelikle çocuğun okuması mekanik bir durum değildi, yani 5-6 yaşlarında harfleri öğrenen, heceleri birleştiren, kelimeleri söken ve yan yana koyarak cümle kuran her çocuk okumaya başlamış sayılmıyordu. yani okumayı bilmek, okuduğunu anlamayı garanti etmiyordu . 5-6 yaşlarında, etrafındaki fiziksel dünyayı anlama kapasitesi henüz gelişmemiş bir çocuğun , birleştirdiği heceleri ve kelimeleri zihninde yorumlayıp, bunları bir anlam bütünlüğüyle ifade etmesi de oldukça zordu. elbette bazı çocukların, çok küçük yaşlarda, kendilerine (yol tabelalarını, kitap harflerini sorarak) okumayı öğretebildiğini duymuştum. ama bunu genelleştirip çocukların hepsinden aynı kararlılığı ve heyecanı beklemenin bir anlamı yoktu.

okumayla ilgili, daha önce üzerinde hiç düşünmediğim önemli bir konu daha vardı. waldorf pedagojisi kısa cümlelerden oluşan, içerikten yoksun ve dil zenginliği olmayan kitapların çocuklara sunulmasına kesinlikle karşı çıkıyordu. erken yaşta okumaya teşvik etmek yerine;   anne babanın çocuk hazır olana kadar, yaşa uygun ve edebi değeri olan kitaplar okumasını, masallar anlatmasını, ve dili düzgün bir sekilde kullanmasını; okumaya başlamak için en önemli basamak olarak görüyordu.

erken okumayla ilgili atlanmaması gereken diğer bir önemli bir nokta da şuydu: okumaya hazır olmak için; çocuğun duygusal, fiziksel ve zihinsel gelişiminin dengede olması gerekiyordu. mesela çocuğun, okumaya başlamadan önce; aynı zamanda tek ayak üzerinde sekebilmesi, veya merdivenleri her basamakta adım değiştirerek çıkabilmesi gibi bazı fiziksel becerilerinin de gelişmiş olması bekleniyordu. bu becerilerin, sosyal ve duygusal gelişim ayağı da vardı. mesela, çocuk kendi yeme, içme, tuvalet ve temizlik ihtiyaçlarını tek başına halledebilmeli ve başkalarının ihtiyaçlarına da duyarlılık gösterebilmeliydi.

her ne kadar başlangıçta bunları algılamakta zorlandıysam da, zamanla okumanın da, aynen yürümek ve koşmak gibi bir ihtiyaç olduğunun farkına varmaya başladım. çocuk, sosyal ve zihinsel gelişimi içinde, etrafındaki insanların okuduğunu gördükçe bunu bir ihtiyaç olarak algılayacak ve bu ihtiyacı karşılamak için de doğal olarak çaba gösterecekti. nasıl yürümeye başlamadan önce, çocuğun emekleme veya sıralama gibi hazırlıklar yapması gerekiyorsa ve bu sürece biz ebeveynler olarak müdahale edemiyorsak; çocuk okumak için de düşünsel, duygusal ve fiziksel bir hazırlık sürecinden geçecekti. bu yaşa ve zekaya indirgenmemesi gereken bireysel bir ihtiyaçtı. erken veya geç yürümeye başlayan her çocuk bir gün koşmayı öğrenebilecekti. benzer şekilde, erken veya geç okumaya başlayan her çocuk, bir gün kendi ilgilerini keşfedebileceği bir okuma seviyesine ulaşabilecekti. bize düşen ise; çocuğumuzun gelişim süreçlerinde, gerektiğinde ona destek ve yardımcı olmaktı. aynı zamanda, yaşlarına ve duygusal gelişimlerine uygun, dil bütünlüğü ve kelime zenginliği olan, ve onların zekalarını (dili basitleştirerek) hafife almayan hikayeler ve kitaplar okumaya ve anlatmaya devam edecektik.

waldorf pedagojisi, daha ileriki yaşlarda (8-10 yaş aralığında) çocukların, okumaya “bölüm kitapları” ile başlayabildiğini iddia ediyordu . onun öncesinde ise çocuk, aylar süren okuma ve heceleme çalışmaları, ve sonu gelmeyen ödevlerle vakit kaybetmek zorunda değildi. böylelikle, en kritik yaşlarını, defterlerin arasında kaybolmadan, özgürce oyun oynayarak geçirebiliyordu.

ve yine bu süreç içerisinde, yazmanın okumadan önce gelişmesi bekleniyordu.   almila da zaten 5. yaşının ikinci yarısından sonra, yazı dilini yavaş yavaş kullanmaya başlamıştı.

o halde, çocuklarımız, okudu okuyacak sıkıntısına girmeden bunun doğal bir süreç olduğunu kabullenecek ve yolumuza devam edecektik. onlar da vakti geldiğinde ve hazır olduklarında okumaya başlayabileceklerdi. okula gitmedikleri için; (geç okumalarından dolayı) onları zor duruma düşürebilecek bir problemle karşı karşıya kalmalarını da beklemiyorduk.

buna inanmak, içgüdülerimizi dinlemek, bizi bir nebze de olsa rahatlatmıştı.(– nitekim, hem almila hem bennu, formal olarak okuma ve yazma alıştırması yapmadan ve okumaya başlamaya teşvik edilmeden, 7.5 yaşından sonra, “bölüm” kitaplarıyla okumaya başladılar. çok kısa sürede de kendi yaşıtlarının okuma seviyesine ulaştılar. ve en önemlisi de kendilerini okuma sevgisiyle donattılar.–)

böylelikle, evde eğitimden okulsuzluğa geçiş sürecimiz; okuma eylemini, çocuklarımızın doğal öğrenme süreçlerinin bir parçası olarak bırakmaya karar vermemizle, resmi olarak başlamıştı.

fakat okulsuzluğu tam olarak anlamamız için önümüzde daha uzun yıllar vardı.

**********

bu dönemlerde waldorf pedagojisinin yanı sıra evde eğitim üzerine de okumalar yapmaya başlamıştım. bu ilk okumalar, nihayet bütün eğitim sistemini derinlemesine sorgulamama sebep olacak ve belki de bundan sonra bizi geri dönüşü olmayan bir yol ayrımına getirecek iki önemli isimle tanıştıracaktı: John Taylor Gatto ve John Holt.

John Taylor Gatto, 30 senesini devlet okullarında çalışarak geçirmiş; “okul” un ve eğitim sisteminin çarpıklıklarını görmeye başladıktan sonra da, devlet eliyle yapılan zorunlu okullaştırmanın zararlarını anlatmaya başlamış bir edebiyat öğretmeniydi. John Taylor Gatto yu ilk keşfetmem Bizi Aptallaştırmak (Dümbing Us Down) kitabıyla olmuştu. Gatto, kitabında zorunlu okullaşmanın tarihini anlatıyor, ve okulun en önemli amacının ekonomik ve sosyal düzeni sağlamak için, itaatkar, düşünmeyen, sorgulamayan işçiler, meslek erbabları ve vatandaşlar yetiştirmek olduğunu savunuyordu.   yani, elit bir kesim, sistemin ayrıntıları üzerine düşünüp nasıl olması gerektiğine karar veriyor, ve bizler de, uygun görülen o sistemin devamını sağlamak için elimizden gelen gayreti gösteren ve elbette itiraz etmeyen vatandaşlar olmayı kabul ediyorduk. elbette bu kabullenme süreci sistematik ve uzun süreli bir okullaşma sürecinden geçmemizle mümkün olabiliyordu. bu okullaşma modelinin kaynagi ise 19. yüzyıl başlarında Prusya’da kurulan okullardi.

Gatto nun eleştirilerini yoğunlaştırdığı diger önemli bir konu ise “zorunlu eğitimdi”. zamanla, Gatto nun da etkisiyle, ben de “zorunluluk” kelimesi üzerine daha ayrıntılı düşünmeye başladım. üzerinde pek de kafa yormadan kabullendiğimiz çok çarpıcı bir gerçek vardı:

bizler devlet eliyle verilen eğitimi almakla zorunluyduk veya bu eğitimi kendi çocuklarımıza, okul aracılığıyla vermek zorundaydık.

peki bu zorunluluklar neleri kapsıyordu? ve benim ebeveyn olarak haklarım ve özgürlüklerim nerede başlıyordu?

  1. müfredatın içeriği: çocuklarımızın,  günde “6-8 saat” arası değişen süreler boyunca okulda “ne öğreneceklerine”, hangi bilgileri edineceklerine dair kendi fikirlerini beyan etme hakları yoktu. üstelik ebeveyn olarak bu konuda bizim de hiç bir söz hakkımız yoktu.
  2. ne zaman: ikinci olarak, bu müfredatı, çocuklarımızın hangi yaş aralığında, ne zaman öğreneceklerine dair bir seçim hakkımız da yoktu. mesela çocuğumuz, 10 yaşında hayvanların evrimsel süreçlerini öğrenmeye ilgi duyabilirdi. ama elimizdeki müfredat bunu 6. sınıftan önce veremeyeceğini söylüyordu, yani çocuklarımız bunu öğrenmek için ya tatil günlerini ya da ödev ve uykudan kalan zamanları beklemeliydi. veya daha kolayı, içten gelen doğal ilgilerini bir şekilde ötelemeliydi. veya okulun ve sistemin varsayımına göre böyle bir ilginin “kendiliğinden oluşması” zaten imkansızdı.
  3. ne kadar süre ile: çocuklarımızın hangi konuyu, ne zaman öğrenebileceğine biz veya çocuklarımız karar veremiyorduk. fakat bizi kısıtlayan sadece bu değildi. çocuklarımız, öngörülen bilgiyi, yine okulun belirlediği süre içerisinde öğrenmeliydi. olur da çocuğumuzun ilgi duyduğu bir konu denk gelirse, ve müfredatta bu konuya, sadece iki ders saati ayrıldıysa; çocuğumuz daha fazla öğrenebilmek, merakının üzerine gidebilmek ve kendini geliştirebilmek için, yine okul dışındaki vakitleri beklemeliydi. veya çocuğumuzun sıkılmaya veya gelişimsel olarak hazır olmamaya hakkı da yoktu. eğer o konu 7 saat boyunca işlenecekse, çocukta o 7 saat boyunca o derse iştirak etmekle zorunluydu.

özetle; okulun ebeveynlere ve çocuklara verdiği mesaj şuydu : bizler; neyi, ne zaman, hangi şartlarda, ve hangi süreyle öğreteceğimizi biliyoruz. bize güvenmek zorundasınız.

ve elbette ben de bir ebeveyn olarak şu soruyu dile getirmekle yükümlüydüm: peki siz kimsiniz, kimlersiniz ?

doğurduğum, 6-7 yşsına kadar sürekli birlikte olduğum, onunla uyuduğum ve uyandığım, karakteri, ilgisi, becerileri ve yetenekleri konusunda fikir sahibi olduğum çocuğumun, bundan sonra ne öğreneceğine birileri bizim yerimize karar verecekti. hatta öyle bir an gelecekti ki sınıf toplantıları sırasında bu yabancılar bana çocuğumun hangi konularda yetenekleri olduğunu, veya hangi konuları daha fazla çalışması gerektiğini söyleyeceklerdi. ben de onları can kulağıyla dinleyip notlar alacaktım.

halbuki çocuğumuz o ana kadar iki dili konuşmayı (hatta 5 yasında dört dil konuşabilen çocuklar var), yürümeyi, koşmayı, yemek yemeyi, insanlarla iletişim kurmayı, tek başına oyun kurmayı, ve daha onlarca becereyi ; sadece ve sadece bizi ve çevresini gözlemleyerek kendi kendine öğrenebilmişti.

peki değişen neydi? çocuğumuzun 5 veya 6 yaşına girmesi mi problemdi? ya da farketmediğimiz bir zaman aralığında, çocuğumuz zekasını veya gözlem kabiliyetini mi yitiriyordu? neden belli bir yaştan sonra öğrenebilmek için “okul” un desteğine ihtiyaç doğuyordu?

derinlemesine düşündükçe farkettim ki; keşke çocuğumun maruz kalacağı zorunluluklar sadece bunlardan ibaret olabilseydi. bütün bu saydıklarım yetmiyormuş gibi, çocuğumun ne zaman açıktığına, ve ne zaman yemek yiyeceğine de onlar karar vereceklerdi. hatta tuvalete ne zaman gitmesi gerektiğine, ne kadar oyun oynayabileceğine, ne giyeceğine, ve hatta derslerde kiminle oturacağına kadar bütün kararlar çocuğum adına, benim daha önce hiç tanımadığım, çocuğumun ismini bile henüz bilmeyen, insanlar tarafından çocuğuma dikte edilecekti.

ve ben bir ebeveyn olarak çocuğum üzerine verilecek bütün kararlara razı olacak ve onun gününün üçte birini geçireceği ve adına “okul” denen bu kuruma her gün teslim edecektim.

peki çocuklarım bütün kararların onlar adına verildiği bu ortamda sorgulama, meraklarının üzerine gitme, düşünme ve kendini öğrenme ve bilme yetilerini nasıl kazanacaklardı?

lakin okulun amacı bunları da öğretmek değildi. hatta tam tersi; onlar aynı hisseden, aynı düşünen, itaatkar nesiller yetiştirmek istiyorlardı. zaten ben de kendi “zorunlu eğitim” yıllarımda sadece itaat etmeyi öğrenmiştim: gereksiz konuşmamak, fikirlerimi kendime saklamak, sorgulamamak, tartışmamak, itiraz etmemek, eleştirmemek, otoriteye boyun eğmek, ve duygularımı açığa çıkarmamak. tam olarak öğrendiklerim bunlardı.

ve John Taylor Gatto da, otuz senelik öğretmenlik hayatı boyunca, öğrencilerine verebildiklerinin sadece bunlar olduğunu anlatmaya çalışıyordu.

sonuç olarak; hayatımızda neyin önemli ve neyin önemsiz olduğu bize 6 yasından itibaren söylenmeye başlanıyordu. ve 18 yaşında zorunlu eğitimden çıkan bir yetişkin olarak, artık kendimiz için düşünmemize gerek kalmadığını, yetkili mercinin ve karar verenin de kendimiz olmadığını çok iyi öğrenmiş oluyorduk.

okulluluk, okullaşmak tam olarak bunları ifade ediyordu. seçimlerimizin olduğunu zannediyorduk ama yoktu. hatta bize uygun görülen hayatı güleryüzle kabul edip, şikayet etmemeyi bile öğreniyorduk. bundan sonra da hayatımızın geri kalanına veya sonraki 10-20 senesine “okul” mantalitesi ile devam etmek zorunda olan milyonlarca insandan sadece biriydik. ta ki karşımıza bir John Taylor Gatto çıkıp bize okul deneyimlerimizin hiç de sağlıklı olmadığını söyleyene kadar.

John Taylor Gatto, okul sistemindeki bütün çarpıklıları yeni bir bakış açısıyla görmeme yardım etmişti. okul sistemi bir varsayımlar dizimiydi. ve bütün düzen gerçekliği tartışılır olan bu varsayımlar üzerine kurulmuştu.

bir ileri adım olarak; ben de başka bir varsayımla düşüncelerimi yeniden gözden geçirmeye; okul tarafından verilen zorunlu eğitimin, çocuğumun çok yönlü akademik bilgiye ulaşması için gerekli zemini hazırladığını varsaymaya karar verdim. bu varsayımı kabul ettiğim taktirde yeni bir soru daha ortaya çıkıyordu. peki bu akademik bilgiye çocuğum ulaşabiliyor muydu?

fiziksel olarak, evet ulaşabiliyordu. her gün okulun kapısından içeri giriyor, 40 ar dakikaya bölünmüş periyodlarda, anlatılan her şeyi dinliyordu. peki öğrenme gerçekleşiyor muydu? veya öğrendiklerini özümseyebiliyor muydu? peşine düşmem gereken, işte bu soruların cevabıydı. öğrenme üzerine düşünmeye başladığım o günlerde de John Holt la tanıştım.

**********

John Holt, öğrenmenin gerçekleşmesi için sadece öğrenme için tasarlanmış bir mekana veya belirli bir zamana ihtiyaç olmadığından bahsediyordu. öğrenme hayatın içinde var olan, ve öğrenme amacı gütmediğimizde de kendiliğinden oluşan bir olguydu. biz öğrenme gayretinde olmasak da günlük hayatta deneyimlerimizi edinirken, insanlarla ve çevremizle etkileşirken öğrenebiliyorduk.

öğrenmenin zamandan ve mekandan bağımsız olduğunu,  okulsuz ilk yılımızda çok daha derinden hissetmeye başladım. almila yla sohbetlerimiz esnasında bazen enterasan bir konu açılıyor ve bize konuyla ilgili düşüncelerini aktarabiliyordu. bazen şaşkınlıkla bunu nasıl öğrendiğini sorduğumuzda ise cevabı hep aynı oluyordu: “bilmiyorum” . zaten bir müddet sonra cevabın “bilmem/ bilmiyorum” olacağını kavradığımız için bu soruyu sormaktan da vazgeçtik. 6-7 yaşlarındaki bir çocuk, farkında olmadan, veya öğrenme sürecinin analizini yapma yeteneğine henüz sahip değilken de her gün “öğrenmeye devam ediyordu”.

biz ebeveynler için zor olan ise öğrenmenin gerçekleştiğinden haberdar olmayışımızdı. öğrenmeyi dayandırabileceğimiz bir öğretmen-öğrenci ilişkisi, veya okul, kütüphane gibi bir mekan, veya konuyla ilgili hazırlanmış kaynaklar, veya bir değerlendirme olmadığı müddetçe öğrenmenin gerçekleştiğine dair elimizde somut bir kanıt da olmuyordu. bu durumda yine yapmamız gereken kendi içgüdülerimizle hareket edip, çocuğumuza güvenmekti. ilk iki yıl bizi en çok zorlayan da bu oldu.

John Holt un kitaplarında altını çizdiği başka bir konu daha vardı. Holt, öğrenmeyi, öğretmenin gerçekleştiremeyeceğini; çocuk veya öğrenen kişinin, kendi öğrenmesine çok yönlü dahil olması gerektiğini iddia ediyordu. daha da önemlisi “öğrenme” süreci, sadece öğrenen kişi tarafından yönetilebilirdi.

halbuki sistemin içinde öğrenmenin gerçekleşmesi; öğreten birinin olması gerekliliği varsayımı üzerine kurulmuştu. biz bunun doğru olamayacağını; yine kendi çocuklarımızla sohbetlerimiz ve gözlemlerimiz esnasında anlayabilecektik.

almila nın öğrenmesinde tekrar eden bazı süreçler vardı. mesela yanımıza bir soruyla geldiğinde, genelde bizden basit ayrıntısız cevaplar bekliyordu. sorduğu sorunun cevabını ona detaylı bir şekilde anlatmaya teşebbüs edersek, büyük bir olasılıkla daha fazla anlatmanıza gerek yok diyerek konuyu hemen kapatmaya çalışıyordu. halbuki anne baba olarak biz, sorulan soruyu, çocuğumuza bilmediklerini öğretmek için bir fırsat olarak görüyorduk; bize göre evde eğitim böyle bir şey olabilirdi.

John Holt u okumaya başladıktan sonra bunun neden mümkün olmadığını da anlamaya başladım. çocuklarımız kendi ihtiyaçları olan öğrenmeyi kendileri gerçekleştirmek istiyordu. ve öğrenme, bizim varsaydığımız gibi bilenden, bilmeyene aktarılabilecek bir eylem değildi.

gerçek öğrenmenin oluşması için bir çok bileşenin bir araya gelmesi gerekiyordu. ilk olarak çocuk, öğrenmek istediği konuya ilgi duymasını gerektirecek bir deneyimle karşılaşmalıydı (okuduğu bir kitap, dinlediği bir konuşma, gözlemlediği bir olay vs gibi). ikinci olarak bunu öğrenmek için merak duyusu da uyanmış olmalıydı. ve bir adım sonrasında; — aynen bir yap-boz üzerinde çalışır gibi– çocuk bu bilgiyi kendi yaşantısı içinde anlamlandırmaya çalışmalı ve içsel bir hazırlık sürecinden geçmeliydi.

bize sorular geldiği anda, çocuk büyük ihtimalle kendi yap-boz u içinde bir parçayı keşfetmeye çalışıyor, ihtiyacı olanı tamamladıktan sonra onu yerine koyuyor ve kendi öğrenme sürecini tamamlamak için başka ipuçlarının peşine düşüyordu. bizim detayına indiğimiz veya öğretmek istediğimiz ekstra bilginin çocuğun öğrenmek istediği bütünle çoğu zaman hiç bir ilgisi yoktu.

kısaca; çok yönlü sorgulayarak kendi sonuçlarımızı ve gerçeklerimizi oluşturabilme yetisi, yani kendi kendimize öğrenme süreci; dünyaya geldiğimiz andan itibaren bizim genlerimizde kodluydu. ve belki de zihinlerin okullaşması yüzünden bir çok yetişkin doğarken sahip olduğu bu yetiyi derinlere gömüyor, ve okul hayatından sonra da üzerine gitmedikçe ortaya çıkarmakta güçlük çekiyordu.

evet; çocuk ihtiyacı olan bilgileri çeşitli yollarla edinerek, kendi öğrenmesini yaratabilme, yani yap-bozu tamamlayabilme yeteneğine sahipti. ve buna dışarıdan birinin “öğretmek” adı altında müdahale etmesi, boşa kürek çekmekten başka bir işe yaramıyordu.

peki çocuklar okulda nasıl öğreniyordu? veya okulda öğrenme eylemi nasıl gerçekleşiyordu.? işin en can alıcı kısmıda burasıydı.

çocuk okulda kendi rızası, ilgisi ve merakı dışında hiç birşeyi öğrenmiyordu. öğrenmesi de imkansızdı. bu insanın doğal öğrenme sürecine aykırıydı . çocuğun anlatılanı anlamlandırması için, ihtiyacı olan öğretmen veya materyal değil, kendi içsel yolculuğuydu.

bu içsel yolculuğun kaynağı da; çocuğun yaşadığı çevre ve bireylerle olan iletişimi, hayal dünyası, ve yaptığı gözlemlerdi. ve elbette fıtratında veya özünde bireyin doğuştan sahip olduğu bilgiye ulaşma isteği (veya çabasıydı). çocuk okulda kendi ihtiyacı olanı öğreniyor, ve geri kalanı da öğrenirmiş gibi ezberlemeye odaklanıyor veya çoğu zaman görmezden geliyordu.

kendi okul yıllarımı tekrar gözden geçirince aslında bunun ne kadar da acı bir gerçek olduğunu kabullenmem çok da uzun zaman almadı.

öğrenme eylemine müdahale edemiyeceğimizi anladığımızda ise, geriye yapmamız gereken tek bir şey kalıyordu; çocuklarımızın dünyasını elimizden geldiğince zenginleştirmek…

elbette onların dünyalarını zenginleştirmek, çocuklarımızı okul denilen dört duvar arasına sıkıştırarak, veya her gün çocuğun öğrenme içgüdülerini ve yaratıcılığını biraz daha körelterek mümkün değildi. “okul” doğal yollarla mümkün olan öğrenmeyi, imkansız hale getirmek için kurulmuş bir engeldi. bizim bu engeli ortadan kaldırmamız gerekiyordu.

ve “okulsuzluk” tam olarak bu demekti; öğrenmeyi yapay yollarla çocuklarımıza edindirme eyleminden vazgeçerek, öğrenmenin kendi doğal sürecinde akmasına izin verebilmekti.

bütün bu düşüncelerimizi hayata geçirmek ; ebeveyn olarak öncelikle bizim “okulsuzlaşmamız” anlamına geliyordu. bildiğimizi sandıklarımızı hiç bir zaman sağlıklı bir şekilde öğrenemediğimizi kabullenmek; uzun yıllar boyunca okullaşırken derinlere gömdüğümüz doğal öğrenme yetilerimizi yeniden keşfetmek ve bu süreçte “okul” mantalitemizi çocuklarımıza bulaştırmamak, ilk ve en önemli adımlarımız olmalıydı. yolun en zorlu ve en çetin kısmı da belki buydu.

çocuklarımızı okula göndermeme kararımızın ilk iki senesinin üzerinden, neredeyse bir dört sene daha geçtikten sonra; 16 (+) senelik “okul zihniyetinden” kurtulabilmemizin neredeyse imkansız olduğunu da nihayet anlamaya başlayacaktık.

 

bundan sonra:

okulsuzluk – 9 bölüm: geriye dönüş yok…

okulsuzluk- 10. bölüm: okulsuz hayat için düzenlemeler ve ev hayatı…

okulsuzluk- 11. bölüm: yasal olarak “evde eğitim”

okulsuzluk- 12. bölüm: ya sonrası?

okulsuzluk- 13. bölüm: doğru bilinen yanlışlar ve sık sorulan sorular

35 Responses to okulsuzluk- 8. bölüm : okulsuz ilk iki yıl…

  1. Dün gece ilk yedi bölümü bir çırpıda okudum. Diğer yazıları sabırsızlıkla bekliyorum. İlk yazıları okurken okuduğunuz kaynakları merak etmiştim. 7 ve 8 de kitap websitesi isimleri vermişsiniz. Okulla ilgili içimde bir rahatsızlık var ve okuyarak bu rahatsıLığın dayanaklarını bulmam gerekiyor sanırım. Paylaştıklarınız için çok teşekkürler…

    • sevgili Yüksel, kaynaklar kısmı oluşturmaya çalışağım, 10. bölüm için planlıyorum. 7 ve 8 de kitap websitesi için isim derken neyi kastettiğinizi pek anlamadım. bir yanlış anlama olabilir. IG yi takip ediyorsanız orada da kısa bir kitap listesi olmalı ( kitapların fotoğrafı var).

      • 7. Ve 8. Bölümlerde kitap ismi ve web sitesi paylaşmıssınız diyecektim. Ya da öyle bir şeyler. Mühim değil ?

  2. Muhteşem bir yazı. Kütüphaneden “Dumbing us down” ve “Punished by Rewards”ı bulabildim. Bir an önce okumak istiyorum. Farkındalık oluşturdunuz benim için, çok teşekkürler..

    Bir sorum var. Bu yazıda bahsettiğiniz bölüm kitaplarını anlayamadım. Nedir bu kitaplar?

    • cok tesekkur ederim. “chapter books” u bölüm kitapları olarak çevirmiştim. resimsiz, kalın kitaplardan bahsediyorum; küçük prens, pippi, küçük ev serisi vs gibi…

  3. Anlattıklarınız gerçekten farklı bir bakış açısı kazandırıyor ve insanı sorgulamaya itiyor. Okulluluğun doğru olduğuna öyle inanmışız ki, acaba bile demek aklımıza gelmemiş. Yine de her şeye rağmen cesaret gerektiren bir karar almışsınız. Sizi tebrik ve takdir ediyorum. Okula göndermemek gibi bir seçeneği olmayanlara (örneğin Türkiyede yaşayanlar için) ne gibi önerileriniz olabilir? Bundan da bahseder misiniz? Teşekkürler. Kaleminize sağlık. Sevgiler…

    • elbette, bunu sık sık tekrarlıyorum zaten. okulsuzluk her aileye uygun değil elbette, bunu yapabilenler, sadece bir avucuz, dünyanın her yerinde bu böyle. okula göndermeme gibi bir opsiyonu olmayan milyonlarca aile var. ama bu demek değil ki sistemdeki çarpıklıkları da bilmeyelim, öğrenmeyelim. yine yapmamız gereken araştırmak ve öğrenmek. okulun dezavantajlarını nötr edebilecek yaklaşımlar geliştirmek. mesela öğretmen eve ödev verebilir, ama ebeveyn olarak o ödevi çocuğumuzun yapmasını teşvik etmek zorunda değiliz, bunları öğretmenle de konuşabiliriz. çocuklarımızı yarış psikolojisinden çıkarma, notlara veya karneye önem yüklememek hep bizim elimizde. çocuklarımızın özgürlük alanlarını genişletebilir ve onları her fırsatta oyuna yönlendirebiliriz. hiç bir durumda, hiç birimiz çaresiz değiliz, yeter ki farkında olalım…

  4. Sevgili Hüsra,
    Yazılar için ellerine sağlık öncelikle?Şu anda kafam çok dağınık ve bu bölümü sakin kafa yarın tekrar okuyacağım. Ama yine de yazmadan duramadı ….
    Özellikle bu son yazını okurken gözlerim doldu.Büyük oğlum 8 yaşında bu sene Ilkokul 3 ‘e geçti. Sistemin içinde ilk 2 senesini doldurdu ama görüyorum hala onun içine sinmeyin oturtamadığı alışamadığı şeyler var ki benim içime hiçbir kısmı sinmiyor zaten.Eylülde ilkokul 1 e başladı Ocak ayında bütün sınıf okuma-yazmaya geçmişti, öğretmeni ben hiçbir çocuğu arkada bırakmam dedi,gerçekten patır patır hepsini aynı anda okumaya geçirdi. Bu evet aslı açık uymayan bir şey ama öğretmene de doğrusunun bu olduğu öğretilmişti,bu bakımdan hakkını ödeyemeyiz.”Bana ne ben uğraşmam öğrenen öğrenir”demedi, ama gel gör ki oğlum okumaktan nefret ediyor. Kitap okumak onun için eşittir ödev yapmak manasına geliyor. Ben de çok üstü e gitmemeye çalışıyorum iyice ters tepmesin diye. Sonra kendimi düşünüyorum,utanarak söylemeliyim ki tam bir ÖSS ÖYS ,test çocuğu olarak benim kitap aşkım,gerçekten okumayı sevmem 30 yaş sonrası( bunu cidden utanarak söylüyorum ama benim içinde okumak=test=ödev di) Ama yine de o bu kadar beklemesin,kitaplarda gerçek dostluğu daha erkek başlasın isterim.

    Bu ara da Tr de de aslında sisteme adam yetiştirmeyen daha sorgulayıcı insanlar yetiştiren bir kaç okul var galiba ama maalesef o kadar uçuk fiyatlardan bahsediliyor ki düşünmemize imkan yok :(

    • sevgili Gökçe, asıl ben teşekkür ederim vakit ayırıp okuduğunuz için. çoğumuz, çocuklara kitap sevgisi kazandırmanın yolunun onlara düzenli kitap okutmaktan geçtiğini düşünüyoruz, ama bu oldukça yanlış bir varsayım. lütfen okumaya başlayan çocuklarınıza “siz” kitap okumaya devam edin. hem sizin hem oğluğunuzun sevebileceği kaliteli 1-2 kitap edinin, gündüz veya akşam uykudan önce düzenli okuyun. bu kitaplar sadece sizin okuduğunuz özel kitaplar olsun. çocuklar maalesef okuma stresi, okuduğunu anlama stresi derken kitaplarla boğuşur hale geliyor ve elbette zevk alamıyorlar. ama oğlunuz sizi dinlerken kitapların büyülü dünyasına kaygısızca girebilecek, ve her geçen gün kitap sevgisi daha da artacak, bundan hiç şüpheniz olmasın.

      • Benim kafamda bir soru daha dönüyor. Bu soru için çok mu erken bilemiyorum,sabırsızlık yapmak istemem,yazı dizisi devam ederken de bu soruyu sormak ne kadar doğru bilmiyorum. Mesela çocuklar okuma yazmayı zamanı gelince kendi istekleriyle çözmüşler. Okuma ,yazma ,toplama , çıkarma kavramları çocukta daha merak uyandıran ,zamanı gelince isteyerek öğrenilecek konular, Ama birde yıllarca bize bilinmesi gerek diye öğretilen çok da merak edilmeden ,sadece ezberle öğrenilen konular var. Mesela çarpım tablosu.Biz tr de ilkokul mezunu çocukların hala çarpım tablosunu ezbere bilmediğinden (bunu bir yanlışlığın göstergesi gibi ) konuşuyoruz. Bu tip direk ezber konularda düşünceleriniz nedir? Bu konuda çok yeni olmam,konuyu yeni yeni araştırmaya başlamam sebebiyle bu tarz yıllardır kalıplaşmış konularda şahsen ben çok tıkanıyorum…

        • sevgili Gokce, sorunuzun cevabi okulsuzlukta :) sizin, benim, hepimizin tikandigi nokta aslinda ayni, uzun sureli okullasmanin etkilerinden kurtulamiyoruz ve ogrendiklerimiz konusunda kutunun disinda ( out of box) dusunemiyoruz. aslinda biraz da icgudusel yaklasabiliriz. baktik cocugumuz zorlaniyor, bizde kaliplasmis dusuncelerimizden siyrilamiyoruz, orta yol bulunabilir. carpim tablosunu mesela top oynayarak da ezberletebilirsiniz, yani cocuk hareket halindeyken :) bir ayda ezberlemez de bir senede ezberler, varsin oyle olsun, sonucta onemli olan cocugumuz asinmiyacak, biz de kirilmayacagiz.. anlatabiliyor muyum? her zaman alternatifler bulunabilir, denge saglanabilir.

  5. Gokce Hanim’a belki bir fikir olabilir diye kendi tecrubemi paylasmak istiyorum.
    Bizim yasadigimiz ulkede cocuklar evde okumak uzere okuldan her gun bir kitap aliyorlar. okuduklari kitabi bunun icin hazirlanmis deftere kaydedip ertesi gun yenisi ile degistiriyorlar. her cocugun okuma seviyesi farkli (bu okuma seviye de cocugun okudugunu ve satir aralarindaki konulari anlayip anlamadigina gore tespit ediliyor) ve her cocuk kendi okuma seviyesindeki kitaplar arasindan secim yapiyor. kitap secerken de kural “purpose &interest”. zorlama yok, cocuk ne isterse onu okuyor, haftada bir de okul kutuphanesinden kitap odunc aliyorlar yine herkes kendi ilgi alanindaki kitaplari aliyor. ogretmenin cocuklara kitap okudugu duzenli saatler oluyor, saniyorum en cok sevdikleri bu, ogretmen okurken arada cocuklara soru soruyor. evde bizlere de (anne, baba,abi, abla) ayni seyi yapmamizi tavsiye ediyorlar. Sevgiler,

  6. Husra hanim,

    her gecen gun, yazdiginiz yazilardan sonra okulsuzluk fikri aklima yatmaya basliyor diyebilirim. ama hala dil farkinin olmasi beni kaygilandiran bir durum. orta seviyede bir ingilizcem var diyebilirim ama bence yeterli degil gibi geliyor bana. bu kismi daha da ayrintili anlatmaniz mumkun olabilir mi?

    • sevgili Zeynep, siz burdaydınız değil mi? dil önemli, ama okulsuzluğa engel değil kesinlikle. üstelik siz de ingilizcenizi düzenli okuyarak, dinleyerek ve yazarak ileri seviyeye getirebilirsiniz. çocukların dil gelişiminde sosyal çevrenin etkisi çok büyük. kütüphanedeki masal hikaye grupları, artı oyun grupları, varsa sokak arkadaşları, arkadaş ziyaretleri ( yine üniversitenin host family diye bir programı var, duymuşsunuzdur mutlaka) ve günlük yaşamın içine aktif olarak katılmak bence ilk etapta yeterli ( oğlunuz kaç yaşındaydı?) ben daha içe dönük bir insan olduğum için bu işleri genelde eşim yürütüyor, yani evde daha dışa dönük olan ebeveynin bu görevi alması gerekiyor. biz pek tercih etmiyoruz ama grup aktivite ve derslerine de katılabilirsiniz ( tiyatro, müzik, gymnastic, vs gibi, genelde evde eğitim yapan aileler için özel programlarıda oluyor). biz de televizyon olmadığı için sesli kitapların çok faydasını görüyoruz, özellikle kış aylarında… artı belediyenin ve bazı okulların yaz kampları var, çoğu oyun odaklı. bunların programları 5 yaşından sonra başlıyor. bizlerin evde ingilizce konuşması bana yapay geliyor ama bu çocuklarımıza bol bol ingilizce kitap okumamıza engel değil elbette. yani dil bir şekilde çözülüyor. ingilizce konuşulan bir ülkede yaşıyorsak çocuklarımızda ingilizce konuşacak, bu doğal bir sonuç, bence endişelenilecek bir durum yok.

      • evet burada yasiyorum, oglum henuz 2 yasina yeni girdi. dogrusu deikleriniz kafama yatti gibi cunku goruyorum henuz okula gitmemis cocuklarin cizgifilmlerden ogrenip de konusmalari bunu kanitliyor gibi. oysaki belki ne anlama geldigini bilmemelerine ragmen nerde kullanacaklarini cok iyi cozuyorlar.

  7. “Türkiye’de okulsuz eğitim imkanı yok” diye düşünenler için bir hukukçu olarak yazıyorum: Türkiye’de araba ile 140 km hız yapma imkanı yok, denebilir mi? Denebilir de, denemez de… Türkiye otoyollarında 120 km üzerinde hıza izin verilmez. Ama diyelim mecbursunuz, acil bir işiniz var, hastanı var vs Uygun gördüğünü yerde gaza basarsınız, trafik polisi yakalarsa cezanızı öder yola devam edersiniz. Okula göndermemenin cezası da aynen trafik cezası gibi, polis tarafından kesilen, idari para cezasıdır. Ki zaten pek kesilen de görmedik. Türkiye’de okula gitmeden diploma alıp, üniversiteyi de bitirmiş insanlar olduğu gibi, halihazırda da okula gitmeyen çocuklar var. Ama diğer insanları kanunsuzluğa teşvik gibi olmasın diye konuşmuyorlar. Trafikte hız yapmak hapislik suç değildir, ama “trafikte hız yapın” diye insanları teşvik etmek suçtur. O nedenle insanlar konuşamıyorlar. Ama insanlar konuşamıyorlar diye bu Türkiye’de okulsuz eğitim olmadığı anlamına gelmiyor.

    Bu arada benim de ilk çocuğum tamamen kendi kendine, hiçbir yönlendirme, öğretme çabası vs olmadan, yaşıtlarından tam 1 sene sonra, okumayı öğrendi. Yaşıtları okumaya çalışırlarken o matematik ile ilgileniyordu. Şu anda yaşıtları kadar okuyor, yaşıtlarından ileride matematik bilgisine sahip. Zorlamak anlamsız…

  8. Gökçe hanım için ben de bir tecrübemi paylaşmak isterim. Doğumundan bu yana oğlumun hep çok dilli olmasını diledim ve yapılan araştırmalar da, (dar görüşlü pedagoglar katılmasa da), bir çocuğun beş yaşına kadar, doğal ortamında maruz kaldığı takdirde beş dile kadar farklı dilleri hiç kafa karışıklığı olmadan öğrenebildiğini gösteriyor. Nedeni basit, gördüğü duyduğu her yeni şey için beyin, sinapslar arasında bağlantılar kuruyor ve bu dil öğrenimi için de aynı şekilde işliyor. Neyse fazla uzatmayayım. Oğluma sayıları 3dilde (Türkçe-İngilizce-İspanyolca) onu salıncakta sallarken sayarak öğretmiş oldum. Üstelik kahkahalarla. Evde çıcuk şarkılarını üç dilde, hep birlikte söyleyerek ve dans ederek dinliyoruz. Ben İngilizce öğretmeniyim(dim). İspanyolca bilmiyorum. Üçüncü dil için İspanyolca’ya karar verince bir kur kursa gittim, gerisini kendim çalışarak ve çocuk şarkılarıyla oğlumla öğreniyorum. İlla bilsin gibi gelenleri de, Hüsra hanımın dediği gibi, eğlenceli ortamlarda sunabilirsiniz. Severse alacaktır zaten .
    Sekizinci bölüm için size ne kadar teşekkür etsem az, farkındalıklarımı arttırıyorsunuz. Ellerinize, kaleminize sağlık Hüsra hanım.

  9. Dokuzuncu bölümü de sabırsızlıkla beklediğimi yazmayı unutmuşum ;) .
    Sevgiler …

    • Dokuzuncu bölüm hazır :) sadece düzenlenmesi gerekiyor. dokuzuncu bölümü okulsuzluğa başlamamızın tam ikinci senesinde kaleme almıştım, yüreğimle yazdığım bir yazı. umarım sizlerde seversiniz.

  10. Cevaplar için herkese çok teşekkür ederim, Burada hem kendi acabalarımı gerçeğe dönüştürmüş bir insanın yazılarını okurken , hem değişik insanların yorumlarını ,kendi deneyimlerini okumakta çok zevkli.

  11. Sevgili Husra,
    Bize yonderlik ettigin icin sana minnettarim. Bu blogtaki yazilar benim icin cok kiymetli ve bir rehber niteliginde. Umarim gelecekte tekrar donup okuma sansim olur yoksa ciktilarini almali miyim?
    Disarida Ingilizceye maruz kalma sansi olmadigindan 2 yasindaki kizima gerek gunluk hayat icerisinde konusarak, gerekse kitap okuyarak Ingilizce ogrenme ve konusma ortami saglamaya calisiyorum. Okulsuzlukta yabanci dil ogrenimi adina baska neler yapilabilir?
    9. Bolumu sabirsizlikla bekliyorum.
    Sevgiler

    • biz su anda fransizca ve ispanyolca icin, yani 3 ve 4. diller icin Rosetta Stone a basladik. henuz yeni ama okulsuzlukta cocuklarin ileriki yasamlarinda avantaj saglamak icin cok dilliligin sart oldugunu dusunuyorum. bu konuda talep de cocuklarimizdan geliyor, biz de mumkun mertebe bir butce ayirip cesaretlendirmeye calisiyoruz. farkli dilleri ogrenmeleri konusunda nereye uzanabilecegimiz konusunda henuz bir fikrim yok, zaman gosterecek. fakat ne esim ne de ben bu dilleri biliyoruz, belki bizim de onlarla birlikte calismamiz gerekiyor :)

      • Size katiliyorum ileride ilgi duydugu baska diller de olursa onlari ogrenmesi icin biz de imkan saglamaya calisiriz. Ingilizce konusulan bir ulkede yasadiginiz icin sizin icin durum elbette farklidir ama Bera’nin Ingilizce ogrenme surecinde yaptiginiz bir seyler var mi?

        • Acikcasi zaman zaman TR ye tasinma ihtimali uzerinde dusundugumde, evde Bera yla surekli Ingilizce konusan birini secerdik gibi geliyor. fakat su anda gerek yok, zaten disari ciktigi anda dili duydugu icin, ve ablalari da oyun sirasinda kendi aralarinda konusurken ingilizceyi tercih ettikleri icin bizim yapay bir konusma ortami sunmamiza pek gerek kalmiyor. ustelik bizim ingilizce okumamiza veya konusmamiza da karsi cikiyor. su anda (2,5 yasinda) ingilizce yi turkceden net bir sekilde ayirabiliyor, komsularla konusurken ingilizce konusmaya calisiyor (merhaba, nasilsin, tesekkur ederim vs gibi oldukca basit) . bunlarin hepsi saglikli bir gelisimi gosteriyor, bizde extra bir sey yapmiyoruz acikcasi. bennu da hic okula gitmedi, evde hep Turkce konusuldu, su anda ( 8 yasinda) iki dile de oldukca hakim.

  12. Merhaba…Blogunuzu instagram sayesinde keşfettim. Heyecanla takip ediyorum sizi….sormak istediğim bir şey var.bu eğitim sistemi Istanbul gibi bir şehirde uygulanabilir mi ve başarılı olur mu? Yoksa bu sistem küçük kasabalarda daha mi başarılı olur.küçük yerlerde çocukları besleyecek çok fazla aktivite,etkinlik,kurs v.s pek yok Turkiye’de biliyorsunuz ki….aslında hem ıstanbul hem ege de şirin bir kasabada dönüşümlü yaşama imkanımız var.örneğin bahar ve yaz aylarında ege de, diğer aylar ıstanbul da yaşamak gibi bir imkanımız var.sizce bu sisteme geçmek istersek hangisi daha verimli olur? Sevgiler. ..

    • sevgili Hande, neden olmasin? ben bununla ilgili yaziyorum su anda, 13. bolumde soru cevaplar kisminda sorunuzun cevabini anlatacagim. ama ozetlemek gerekirse; evde egitimi veya okulsuzlugu, hem buyuk sehirlerde, apartmanlarda; hem de kasabalarda, mustakil evlerde uygulayan farkli gorusten bir cok insan var. zaten sehir yasami, olanaklari sebebiyle tercih ediliyor cogu zaman. o yuzden her sey mumkun, anne ve baba duzeni kurduktan sonra… cocuklarin cok seyahat etmesi de onlarin dunyalarini kesinlikle genisletiyor ve daha da onemlisi, her ortama kolaylikla adapte olabiliyorlar. bence sizin elinizdeki imkan altin degerinde, nacizane degerlendirin derim… sevgilerimle…

  13. Yazıları ve yorumları okudukça önüm aydınlanıyor ama arkamdaki karanlık koyulaşıyor. Ben bir çırpıda okuyamıyorum. Bahsedilen bir konuda savrulup günlerce sindirmem gerekiyor bazen. O yüzden 8. bölümü bir süre ara vererek okudum. Bence okullu okulsuzluk çocuğa,aileye,öğretmene,sınıf arkadaşlarına hem de diğer velilere işkence oluyor. Şartlarım gereği iki sene buna katlanmak zorundaydım. İlk senenin ilk ayı oğlumla çok ciddi bir kriz yaşadıktan sonra kendimi frenleyemediğimi görüp akademik öğrenmeyi tamamen gidişatına bıraktım. Ve gördük ki oğlum hızlı bir gelişim gösterdi. Okumayı zaten çok severdi. İkinci yıl da dahil ödev takibi yapmadım. Haftada bir iki gün okula göndermedim. Öğretmeniyle her fırsatta konuşmaya çalıştım. Toplantılara katılsam da tembihlerini uygulamadım. Zaman geçtikçe ‘devamsızlıklarıyla, ödev yapmamasıyla, sınıftaki itaat etmeyen özgün davranışlarıyla’ arkadaşlarına kötü örnek oluyor diye tepkiler almaya başladım. Benim olmadığım yerde veliler oğlumu sıkıştırıp güya kibarca baskı altına almaya başladılar. Öğretmen bizi tanıdığı ve ilgimizin boyutunu bildiği halde oğluma sinir olmaya ve önyargılı davranmaya başladı. Oğlum iki kere şiddet gördü öğretmeninden. Üstelik biri arkadaşlarının attığı iftira sonucu. İki dönemde toplam iki ay kadar okula göndermedim. Eve uyarı yazıları geldi. Rapor almamı istediler. Ben çocuğumun gözü önünde hasta olmadan rapor alma sahtekarlığını yapamadım. Aile hekimimiz günlük izin kağıtları yazarak bu süreci geçirebileceğimi söyledi. Bu sefer öğretmeni sınıf düzenini bozduğumuz gerekçesiyle sürekli baskı kurmaya çalıştı. Haftada iki kere test yapmaya başladı. Test e itiraz eden yazılar götürmüş olmama ve oğlumun teste tabi tutulmasını istemediğimi belirtmeme rağmen. Bu sefer arkadaşları test olurken oğlum kendini yalnız ve dışlanmış hissetti. Masumluk çağında olduğu için siyaset yapamadı evdeki okula muhalif tavırla okuldaki sistem arasında sıkışıp kaldı ve gözlerindeki ışık söndü…
    Bunları okullu okulsuzluğun mümkün olamayacağının tecrübe etmiş bir anne olarak yazdım. Bu sene üçüncü sınıfa başlayacak oğlum için yeterli donanıma sahip olmadığımı bilsem de en azından okulun zararlarından korumak için okulsuzluk diyorum. Bakalım zaman ne gösterecek.

    • sevgili kizceogulce, böyle bir ikilemde kalmak zorunda olmak, aileniz için oldukça yıpratıcı olmuş, en çok da oğlunuz için. çok üzgünüm. biliyoruz ki okul sistemi otoriter bir yapı olarak kurulmuş; amacı da otoriteye boyun eğen, her söylenileni tartışmasız uygulayan, soru soramayan, verilen ödevi dahi sorgulayamayan çocuklar yetiştirmek. böyle bir çatışmanın yaşanmasına şaşırmamak gerekiyor. burada öğretmenin ve velilerin kötü niyetli olduğunu zannetmiyorum, sadece bilmek, düşünmek ve onlara güven veren ve sonucunu bildikleri hikayeyi değiştirmek istemiyorlar. ve belki de haklılar, çemberin içinde özgürler ama çemberin dışında ne olacağını bilemiyorlar. kalıplaşmış fikirlerimizi değiştirmek, inandığımız gerçekleri sorgulamak belki de bu işin en zor ayağı. kimse bu zorluğu göze alamıyor maalesef. o yüzden bir avucuz.

      üçüncü sınıfa başlayacak oğlunuz için neden kendinizi yeterli donanıma sahip hissetmiyorsunuz? ben karşımda özgüveni oldukça yüksek, akıllı, okuduklarını düşünen ve sorgulayan, çocuğunun yüksek çıkarlarını düşünen bir anne ve güçlü bir kadın görüyorum. endişelerinizn sebebi nedir?

  14. Hüsn-ü niyetiniz bana oldukça iyi geldi. Çok teşekkür ederim. Yazı dizisinin başından beri elimde kağıt kalemle okuyorum. Öğrenmem gereken şeylerin oluşturduğu tepecik dağa dönüşüyor da o yüzden. Bildikçe ne kadar bilmediğini görmek yolunda ilerliyorum sanırım :-) Akademik hayatımın doktoraya geçiş safhasında ara vermek zorunda kalmıştım çalışmalarıma. 11 yıldır kolayına kaçıp ingilizceyle arama da ciddi mesafe koyduğum için de orta seviyede ağır aksak okuyabiliyorum tavsiyelerinizi. Yabancı dil konusunda şu anda en büyük motivasyonum kanatlarımı takmak için ulaşmak istediğim pek çok kaynağın ingilizce olması, ki bu da aslında sizin John Holt’tan aktardığınız öğrenme biçimini destekleyen canlı bir örnek. Yazdıklarınız ufkumu açıyor. Minnettarım…

    • sevgili kızceogulce, ingilizceyi, bence okulsuzluga gönül veren her anne babanın, ilerletmesi gerekiyor.benim burada anlattiklarim, kendi deneyimlerimden ve ogrendiklerimden olusturdugum bakis acimla kisitli. hepimiz, kendi yorumlarimizi katarak ilerlemeliyiz ki farkli perspektiflerle birbirimizin ogrenmesini destekleyebilelim. cesitlilik her zaman tek sesten daha iyidir…

  15. İlk çocuğunuzun İngilizce öğrenme sürecinde nasıl bir yol izlediniz? Yabancı bir ülkede yaşıyorsak sizce kaç yaşından itibaren yabancı dilde masallar okunmalı, şarkılar dinlenmeli ya da evde konuşulmalı mı? Bu konuda tavsiyeleriniz ne olur? Bir de 1 senedir Almanya’dayız ve burada kalmayı düşünüyoruz. Almancam başlangıç seviyesinde. Çocuğumla Almanca konuşmam onun telaffuzunu kötü etkiler mi sizce? Çok teşekkürler.

    • buyuk kizim 3-5 yas arasi gunde 2.5 saat montessori okuluna gitmisti, onun dil konusunda hic bir problemi olmadi, bu sure yetti artti. aslinda diger kiziminda hic bir problemi olmadi, sadece daha gec konustu. bera icin de endiselenmiyoruz, o da az konusuyor ama kelime hazinesi iyi. aslinda biz bu konuyu burada cok detayli tartistik, yorumlarda olmali ama kacinci bolumde onu hatirlamiyorum. mutlaka diger bolumleri okurken denk gelirsin, uzun uzun cevap vermistim. almanca konusunda, senin bazi nesneleri isaret edip beraber tekrar etmenizin sakincasi olmaz sanki, yine de bilemiyorum, uzmanlik alanim degil. benim fikrime gore ise cocugun annesinden, annesinin anadilini ogrenmesi gerekir, dogal olani budur. zaten cocuklar 5 yasina kadar ikinci dili ogrenebilirse bilingual oluyorlarmis. baba konusabilir belki, eger almancasi daha iyiyse…

HOŞGELDİNİZ

Toprak ve doğayla bütünleşmek, evde üretmek, çocuklarımızla okulsuzluğu öğrenmek ve yavaşlamak için çabalayan altı kişilik bir aileyiz. Ziyaret ettiğiniz için teşekkürler.