Monthly Archives: March 2016

okulsuzluk yolculuğum…( ikinci kısım)

okulsuzluk yolculuğum…( ikinci kısım)

otobüsten indiğimde o kadar şaşkındım ki, ne bir adım ileri, ne de bir adım geri gidebiliyordum. bugüne kadar, yakın zamanda bitebileceğini hiç düşünmediğim bir yolculuğun parçasıydım. otobüsün kurallarına uyduğum, ve molalarda derin bir soluklanıp yolculuğun devamı için az biraz enerji toplayabildiğim müddetçe, rutine dönmek beni zorlamıyordu. şimdi ise sanki sonsuz bir boşluğun ortasında elim ayağım birbirine dolanmıştı.

ilk günlerin şaşkınlığını üzerimden attıktan sonra, yavaş yavaş kendimi dinlemeye başladım. fakat vücudum her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor, kendimi dinlemek bir yana vücudumun her yanını saran ağrılarla boğuşmak zorunda kalıyordum. bu yolculuğun, benim üzerimde fiziksel etkisinin bu kadar ağır olabileceğini hiç farketmemiştim. uzun yolculuklar boyunca, rahat zannettiğim o koltuğun üzerinde saatlerimi geçirmiş ve her gece 5-6 saat uykuyla idare etmeyi öğrenmiştim. sabahları iki üç fincan sert bir kahve, güne başlayıp rutinlerime devam etmem için yeterli oluyordu.

çok zor, ve amaçsız günler geçirdim. gün geldi yastıktan kafamı kaldıramadım. kaldırdığımda ise ne yapacağımı bilemez durumda, yarı hissiz dolaşmaya devam ettim. hatta daha da vahimi, sanki ruhum da vücuduma eşlik etmeye başlamıştı. yavaş yavaş o da kendi bastırdığı ağrılarını ilk defa hissediyordu. ruhumun şikayetleri ortaya çıktıkça yolculukta ne kadar uzun vakit geçirdiğimi düşünüyor; ne vücudumu ne de ruhumu belki de asla tamir edemeyeceğim gerçeğiyle her gün yine yüzleşiyordum. aynen vücudum gibi ona da değer vermemiş, onu dinlememiş, ihtiyaçlarına kulak asmamış, ve onu ikinci plana atmaktan çekinmemiştim. haklı olarak onun da istekleri vardı.

ve gün geldi ağrılarımla tanışmaya karar verdim ve onlarla konuşmaya başladım. derinlerden gelen belli belirsiz sesler duyuyordum. bana biz senin düşmanın değiliz, sesimize kulak ver diye bağırıyorlardı. dinledikçe, onların gerçekte benim düşmanım değil arkadaşım olduğunu öğrendim. zaten bana öğretmek için gelmişlerdi; belki de uzun zamandır otobüsten inmenin vakti geldi diyerek her türlü şaklabanlığı yapıyorlar, ama ben varacağım hedeften şaşmamak için bütün bunlara gözlerimi kapatıyor ve kulaklarımı tıkıyordum. nihayet aylar sonra beni ziyarete gelen arkadaşlarıma yüz çevirmeyi bırakıp onları daha candan dinlemeye başladım. gerçek şuydu; uykusuzluk, düzensiz beslenme ve bitirmek için canla başla çabaladığım işlerimin yarattığı stres yükünü vücudum artık kaldıramıyordu.

ben kulak kabarttıkça onlar da her şeyi anlattılar. sessizce, sakin sakin dinledim. ve kendimi iç sesime emanet ettim. ve belki aylar sonra, ağrılarım da yavaş yavaş azalmaya başladı.

fakat ruhum hala büyük bir boşluktaydı. hala hastaydı. onu dinlemeye alışık da değildim. zaten benle de çok konuşmuyordu, ayrı dünyaların insanları gibiydik. ama otobüsten indiğim gün bana gülümsediğini anımsadım. yolun kenarında, elimdeki bavulla toprağa ilk bastığım gün bana gülümsemişti. şimdi onun peşine düşme vakti gelmişti.

otobüsün içindeyken yolculuğun kuralları belliydi. otobüs belli bir hızda sürekli hareket halinde olmalıydı, keyfi duramaz, duraklayamazdı. ve hoşlansam da, hoşlanmasam da, gördüklerime dokunma lüksüne sahip değildim. aksi taktirde bir sonraki otobüste bana yer olup olmayacağını bilemez, bin bir emekle katlandığım yolculuğumu riske atmış olurdum. arada verilen uzun molalarda belki kendime küçük pencereler açabilirdim. sadece gözlerimi kapadığımda ulaşabileceğim, ama asla dokunamayacağım…

otobüsün içinde zihnimi de sürekli dolu tutmalıydım. çünkü boşluk can sıkıntısı demekti. boşluk, camlardan uzaklara dalıp, boş hayallerin peşinden koşmak demekti. canımın sıkılması iyi bir şey değildi. çünkü canım sıkıldığında elim ayağıma dolanıyor, derinlerde tanımadığım sesler uyanıyordu. hiç tanımadığım ve ölesiye korktuğum o seslerden kaçmak ve onları uyku halinde tutmak için kendimi sürekli meşgul etmeliydim. işten artan kalan zamanlarımda hemen bir film izlemeli, kitap okumalı, kendimi eğlendirecek başka bir şeyler bulmalıydım. boşlukta “yokluk” gizliydi. ve ben yok değil var olmak istiyordum.

nihayet otobüsten indiğimde bütün korkularımla yüzleşme vaktim de gelmişti. elimde geçmişimi doldurduğum küçük bavulumla baş başa kalmıştım. maalesef bavulumun içi bana ait olmayan yüklerle doluydu, içini açıp bakmak istemediğim, başkalarının hayatım üzerine yıllardır dikte ettiği ve hükümdarlık kurduğu her şey onun içinde saklıydı. otobüsten inince sanki zaman da sesler de birden bire durdu. insanı ürküten bir sessizlik su yüzüne çıktı. belki de bu sessizliğin içinde, hayatımda ilk defa kafamı kaldırıp etrafımda olup biteni gözlemlemeye başladım. farkettim ki; ben içinde olsam da olmasam da hayat büyük bir ahenk içinde ve mucizevi bir şekilde akıyordu. ama benim hızla akan yolculuğum sırasında bu mucizeyi görebilmem imkansızdı.

farketmek gerekiyordu; durmak, sonra yavaş yavaş yürümek, ve sonra yine farketmek. daha önce farkedemediğim her şeyi keşfetmek, yakından görmek, hissetmek, dokunmak istiyordu ruhum. nihayet benimle konuşmaya başlamış, senin kendini bilmen için gereken bütün sırları öğreteceğim, sabret demişti. benim açtığım kapılardan korkusuzca geç ve gerisini bana bırak. ve sonra seslendi… ” çocukluğuna dön, aradığın her şey çocukluğunda gizli.”

okulsuzluk yolculuğum… ( birinci kısım)

okulsuzluk yolculuğum… ( birinci kısım)

kulaklarımda yine aynı ses yankılandı…

son yolcu kalmasın, otobüs 5 dakika içinde hareket ediyor.

tam çayımı keyifle yudumlayıp yüzüme vuran rüzgarın keyfini çıkarırken olacak iş miydi bu? otobüse bindiğimden beri sanki bir çift göz sürekli beni gözlüyor, ve molanın keyfini çıkarmaya başladığımı farkeder etmez; “mola bitti, bu kadar” diyerek ve üstelik sanki sadece benim gözümün içine dik dik bakarak haber veriyordu.

belli belirsiz bir ses tonuyla homurdana homurdana koltuğuma oturdum. uzun yolculuklar için artık daha konforlu otobüsler üretiliyordu. bindiğim otobüste onlardan biriydi. önümde yolculuğun sonuna kadar beni eğlendirecek full video sistemim, ve oldukça rahat bir koltuğum vardı. üstelik bitirmek zorunda olduğum işlerim, ve okunacak kitaplarımla sıkılmaya vaktim dahi olmuyordu. biraz iş, biraz müzik, biraz film, biraz oyun ve biraz uyku derken bir bakmışım bu uzun yolculuk bitivermiş olacaktı.

şu ana kadar her şey yolunda devam etmişti. otobüsteki yolcularla da iyi anlaşmıştık. çoğumuz, bu uzun yolculuğun sonuna kadar birlikte olacağımızı anladığımızdan birbirimize destek olmaya bile başlamıştık. arada molalarda yolculuğun uzunluğundan şikayet edecek olan olursa sanki sözleşmiş gibi hep bir ağızdan “son”a az kaldığını vurguluyor, varacağımız noktanın ve sabrımızın bizim için mükafatlarla dolu olacağından bahsederek yüreğine ve belki farketmeden kendi yüreklerimize su serpiyorduk. üstelik bizi seven herkes o gün bizi karşılamak için orada bekliyor olacaktı. sabırsızlığın, küsmenin ve şikayet etmenin hiç birimize faydası yoktu.

moladan sonra, otobüs yavaş yavaş hareket etmeye başladı. nedense o gün içimde, derinlerden gelen bir sıkıntı vardı. canım ne çalışmak ne de kitap okumak istiyordu. biraz uyuklasam diye düşündüm…fakat gözümde uykudan eser yoktu. kafamı otobüsün camına dayadım, dışarısını izlemeye başladım. günlerdir uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasında ilerliyorduk. ilk günler bana oldukça korkutucu gelen bu bozkırlar, başımı o yöne doğru çevirmediğim ve önümde işim ve eğlencemle ilgilendiğim sürece beni rahatsız etmiyordu. ama o gün farklıydı. gözlerimi otobüsün camından dışarı doğru kilitlemiş, bozkırların yalnızlığını hissetmek ister gibi uzaklara dalıp gitmiştim. bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum, belki beş dakika belki bir saat, ama bana bir ömür geçmiş gibi geldi. nedense birden bire, sanki ansızın çölün ortasında su görmüş gibi gözlerimi oğuşturmaya başladım. minik bir ceylan sürüsü ileride, otların arasında koşuyordu. nasıl da muhteşem bir güzellikti bu. hemen şöföre seslendim, biraz yavaşlayın, bakın bir ceylan sürüsü var, az ileride. hey, kaptan! biraz yavaşlar mısınız? kendi sesimi yalnız kendim duyar gibiydim. otobüsteki herkes kendi işine dalmıştı, ceylan sürüsünü farkeden kimse yoktu. bir kaç kişi sanki kafasını kaldırır gibi olmuştu, belki görmüşlerdi ama hafifçe gülümseyip işlerine geri dönmüşlerdi. otobüs şöförü ise yola tam gaz devam ediyordu. sanki elimin altından bir mucize kayıp gitmişti. aklım o ceylan sürüsüne takılıp kalmıştı. o derin sessizliğin içinde nasıl da özgürce koşuyorlardı. kim bilir koşarken rüzgarı nasıl da güzel hissediyorlardı. duygularım karmakarışık olmuştu. yüreğimi bir hüzün kapladı. bu arada güneş de yavaş yavaş batmaya başlamıştı. otobüsün ön koltuğunda oturduğumdan şöförün yan aynasını da rahatlıkla izleyebiliyordum. aynadan güneşin ardımızda yavaş yavaş kaybolduğunu farkettim. az sonra güneşin ufuk çizgisinde kaybolmasıyla, yine mucizevi güzellikte bir gün batımı sahneye çıktı . gökyüzü, hayatımda hiç görmediğim ve belki de bir daha asla göremeyeceğim farklı renklerin sihirli çoşkusuna boyandı. tarif edilemez bir anı yaşarken, yüreğim kıpır kıpır heyecanla çarpmaya başladı. tam şöför bey diye seslenecektim ki etrafıma baktığımda yine aynı manzara ile karşılaştım. otobüs son hız yoluna devam ediyordu, beni benden başka hiç kimse duymuyordu.

o akşam nedendir bilinmez gözlerimin kenarında iki damla yaşla uyudum. yaşadığım anlar sanki yolculuğumun da bir dönüm noktasıydı. günler günleri kovalıyordu ama yolculuk artık aynı keyfi vermiyordu. yolda olmak istiyordum ama otobüsün içinde olmak bana azap vermeye başlamıştı. molalarda herkes otobüsten inip bir kaç masanın etrafında toplanıp günlük telaşelerini paylaşırken, ben camdan dışarıyı izlediğim o büyülü anların etkisiyle her geçen gün kalabalıktan biraz daha uzaklaşıyor ve biraz daha yalnızlaşıyordum. yol gerçekten çok uzundu ve yolculuk yolun bittigi yere kadar devam etmeliydi. ya da ben mi öyle zannediyordum?  varacağım nokta icin yolculuğa çıkmadan önce bir bilet almıştım. ve bu bileti kesen kişi bana yolculuğa istediğim noktada son verebileceğimden hiç bahsetmemişti.

ve bir gün kendime dahi itiraf etmekten korktuğum bir an geldi. ve bütün zihnimi ve yüreğimi sardı. otobüsten insem, tek başıma, hiç bilmediğim bu bozkırların ortasına iniversem ne olurdu? herkes varacağı noktaya doğru ilerlerken ben onlardan geri kalacak, hatta belki yolculugumu hiç tamamlayamayacaktım. böyle bir riski alabilir miydim? ya yolun sonunda heyecanla beni bekleyenler? beni göremediklerinde yaşayacakları hayal kırıklıkları? değer miydi?

içimde çok derinlerden gelen bir ses sürekli bana “hadi, şimdi zamanı” diyordu. bu sese daha fazla karşı koyamadım, karşı koymak da istemedim. ve sonra “o gün” geldi. bütün cesaretimi topladım. var gücümle seslendim, durun diye seslendim, inecek var!!! şöför kulağının dibindeki çok desibelli sesin kulak zarına yaptığı ani etkiyle frene basmış, otobüsteki herkes korkuyla yerinden zıplamıştı. elimi kaldırarak tekrar seslendim. “durun lütfen, ineceğim” ….

herkesin şaşkın bakışları arasında, elimde küçük bir bavulla otobüsten indim. herkes “yapma, çok az kaldı, pişman olacaksın” diye fısıldıyordu, “kendini bilinmezliğin ortasına bırakma, yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin.”

ama hayatımda hiç olmadığım kadar kararlıydım.

otobüsten indim.

hem de dört tarafı uçsuz bucaksız bozkırlarla kaplı bir bilinmezin ortasına.

HOŞGELDİNİZ

Toprak ve doğayla bütünleşmek, evde üretmek, çocuklarımızla okulsuzluğu öğrenmek ve yavaşlamak için çabalayan altı kişilik bir aileyiz. Ziyaret ettiğiniz için teşekkürler.